Bir ada nostaljisi

- Köşe Yazısı
9 Ocak 2008 Çarşamba

İki hafta önce Cumartesi akşamı... Büyükada meydandayız... Saat gece 1 buçuk dolayları, ada ve ada denince akla ilk gelen şeylerden biri olan Le Bouqet eski şaşaalı günlerinden uzakta... Kulübe üstten girmek için zamanında alternatif (!) yollar, akıl almaz stratejiler deneyenler bile, barın popülaritesini artırmak amacıyla üstteki sıkı kart kontrolünün azaltılmasını “işin keyfi kaçtı, atlayıp, zıplayıp girmeyeceksem, ne tadı kalmış kulübe girmenin” şeklinde yorumlamış olacak ki, herkes kendi köşesine çekilmiş, iskele bize kalmış eskinin en “piyasa” saatlerinden birinde...
Biz de oturduk, eski günleri anıyoruz. “Abi, Citibank’ta staj yapıyorum.” “Ben P&G’den haber bekliyorum.” muhabbetlerine “ne diyolar?” gözüyle baktığımız günleri... Hafta arası, haftasonu demeden, hayattaki tek görevimizi, okulu, kırıklı, kırıksız, teşekkürlü, düz, her nasılsa tamamlamış olmanın verdiği hafiflikle her geceyi “bu gece barda gönlüm hovarda” tadında geçirdiğimiz günleri... Barda marda değildik o zamanlar tabii. Bizim hovardalığımız gece 1’den sonra tostçuda başlardı. Sabahın erken saatlerine kadar giden bol kahkahalı muhabbetler şikayetsiz bitmezdi tabii ki... Bilirsiniz, her şartta, her durumda içinden “hastamız var, yeter be, gidin, yatın, ayıptır...” sesleri yükselen bir apartman bulunur. Ne konuşurduk? Hiç hatırlamıyorum, ama ciddi konulara girmediğimizi biliyorum, girenler olduğunda da yine dalgası bol laflarla istenilen düzeye çekilirdi muhabbet. Bahsettiğim takım 4LJ kişilik bir grup değil... Çokça 30’u bulmuşluğu vardır tostçunun masalarının sabahın erken ışıklarında. Hatta bir tostçuya bu kadar adamın bir anda dolmasıyla, rekabete yeni bir boyut getiren farklı dükkan sahiplerinin tatlı-sert (!) yöntemlerle “bize de biraz gelin” demişlikleri de olmuştur, o derece... Biliyorum ki bu yazıyı okuduğunda gülümseyecek çok adam vardır. “Siz miydiniz o gürültüyü yapan, adam bir de Şalom’da yazıyor...” diyenler olursa da kusurumuzu bağışlasınlar, çocukluk işte...
Kimler misafir olmamıştır ki o masalara, rahmetli Samurai mesela... Adaya gidenler mutlaka görmüşlerdir onu, Çınar meydanında ufak bir terzi dükkanı işletirdi, kısa boyu, kendisine Samurai lakabını getiren saçları, kendi ürünü olan ilginç gömlekleriyle “renkli bir kişilik”ti... Gelir, oturur, boş muhabbetlerimize takılırdı arada bir. “Samurai Abi, saatinin ışığını yaksana” derdik, yaktı mı hepimiz gözlerimiz kamaşmış gibi masanın altına girerdik... Bilirdi dalga geçtiğimizi, kızmazdı, gülerdi bizimle... Biz de inanmazdık anlattığı gibi Amerika’da milyon dolarları olan bir abisi olduğuna, ama söylemezdik, üzülmesin diye... Hala anarız...
Anlamsızca sabahın 5’inde, 6’sında gazete almaya giderdik bayiye, okuyacağımızdan değil, sadece iş olsun diye... Bayideki adam da yeni uyanmış, gazeteleri henüz çözmemiş olurdu, kızardı... Az küfür yememişizdir... Olsun, eğlendik ya...
Diyeceğim  şu ki, Cumartesi akşamı bu muhabbeti ederken aklıma geldi, ya o yaşlardayken hiç aklıma gelmezdi hafta aralarını İstanbul’da geçireceğim, Cuma akşamı büyük bir karambol sonrası, denizotobüsüne son anda yetişerek adaya geleceğim, haftasonunu tostçuda 5 dakika oturmadan, “boş konuşmadan” geçirip Pazar akşamı arkadan itiyorlarmış gibi tekrar İstanbul’a ineceğim. Böyle bir adam olacağımı söyleseler, “bırak bu işleri” derdim herhalde...
İnsan çok özlüyor bütün muhabbetin “12 tost arka arkaya yiyebilir misin?” ekseninde döndüğü, bir “apaçi”nin çıkıp geceyi mide spazmlarıyla tamamladığı günleri... “Abi şurada staja başlıyorum CV’de şık görünür.” dese biri, muhtemelen “CV ne ya?” diyebileceğimiz günleri...
Tamam Doğan Bey, aylaklık bitti artık, çalışma zamanı...
Bütün bunları aklıma getiren o Cumartesi akşamı da tostçuya filan uğramadık. Çünkü bizim takımın çoğu adaya bile gelmemişti zaten... Gittik eve yattık, aylaklık zamanımız sona ermişti.