Nihayet karanlık, gri günlerden sonra güneş yine doğdu penceremden. Kış Ekinoksu. İki büyük gezegen birbirine kavuşmuş yıllar sonra, kova çağına girmişiz. Bundan böyle her şey daha güzel olacakmış. Sevenler de kavuşsa sevdiklerine asıl o zaman yenmez tadından hayat!
Kahvaltımı gün doğumunun hemen ardından yaptım. Kuru bir soğuğa rağmen tek tük kuşun ötüşü eşlik ediyor sabaha. Bir ara bülbüller şakıdı. Derken bir karga yırttı geçti bülbüllerin şarkısını. Sustular. Bir de boğazı geçen boş tankerin motor sesi… Balıkçı kayıkları…
Balık çok bu ara. Hafta içi insanlar sahillere doluşuyor. Ellerinde bir olta, balık avında. Eve iki-üç balık götürüp ziyafet çekecek akşam ailesiyle… 65 yaş üzerindekiler de güneşi gördüler mi, çıkıveriyorlar haklı olarak deniz kıyısına. Sahil artık bir buluşma noktası. Üç saat vakitleri var evden gelip biraz nefes alacak. Adım başı bir arkadaşa rastlıyorlar. Muhabbet ise hep aynı.
Aylardır bu ritüelden bunaldı artık insanlar. Sonuçta sosyal bir canlı insan evladı. Evde kalabalık olanların biraz kendi başlarına zamana ihtiyacı var, yalnız yaşayanların ise insana…
Sinema, tiyatro, kafe ve lokantalar kapalı olunca, ister istemez parklara, ormanlara, sahile atıyor insanlar kendilerini… Plaj sandalyeleri ile parklarda piknikler yapılıyor, doğum günleri kutlanıyor. Yaşam artık İstanbul’da da soğuğa rağmen sokağa dökülmüş. Sokaklar artık bir geçiş yeri değil. Bir sosyalleşme alanı, bir buluşma noktası. Toplumun toplum olduğu yer oldu nihayet sokak.
Hafta sonu ise sokağa çıkma kısıtı var. Kısıtlama. Markete, eczaneye gitmek mümkün. Bir başına evde kalmayı beceremeyenler mutlaka atıyor kendini sokağa, elinde bir market torbası. Koca yalnız günü bir parçacık bölmek amaç. Öyle ya yemek yapmak, televizyon, sosyal medya ya da kitap bir yere kadar besliyor insanı. Ancak, İstanbul hafta sonları bir hayalet şehir.
Bir yanıyla çok güzel. Ceza yeme riskine rağmen gözünüzü karartıp sahile atarsanız bir an kendinizi, denizin sesini duyuyorsunuz. Dalganın kıyıya vurmasını değil sadece, ama çırpıntılarının hışırtısını da. Kuşların konserini de dinliyorsunuz. Sessizliğin sesini dinliyorsunuz. Otların an içinde büyümesinin sesini. Yaşamın gerçek sesini…
Ancak şehrin sesi kısık. Şehrin sesi güdük. Bu yanıyla ürkütücü bir şehir hafta sonları İstanbul.
Büyük bir felaketin ardından dünya yüzeyinde kimsecikler kalmamış gibi bir duygu sarıyor insanı. Kalan az sayıda insan kendini dışarı atmış da, yaşamda kalan başka kim var arayışında gibi. “Benden başka kimse aldı mı? Kaldıysa kim kaldı? Nerede kaldı?” Distopik bir filmin içinde gibiyiz sanki. Sonsuz boşlukta ve yalnız.
Neyse ki biliyoruz. Bitecek bu günler de bir ara. Er ya da geç, güneş yeniden doğacak ruhlarımıza.
Bir kedi... sokağa atılmış kıpkırmızı bir yorgan ve yastığa kurulmuş. Umurunda değil bu kısıtlamalar onun. Oysa insana yapılabilecek en büyük işkencelerden biri duyusal mahrumiyet.
Seslerin yok olması, iletişimin minimize edilmesi…
Netflix’te bir dizi izliyorum Osmosis. Yutulan bir hap ile çipleniyor insanlar ve bu çip sayesinde ruh eşleriyle karşılaşıyorlar. Fiziksel dünyada olduğu kadar sanal alemde de bir iletişim söz konusu. O eşle uzaktan iletişim harika görünüyor ilk başta. Ruh eşini bir kere bulduktan sonra onu kaybetmek ise delirtici. Bu arada gerçek olanla sanal olan birbirine karışıyor. Hangisi daha gerçek ayırt edemez oluyor insan.
Duyusal mahrumiyet de delirtebilir insanı. Genetiğimize işlemiş çünkü gün ışığının bedenimizi okşaması, rüzgarın saçlarımızı yalaması, sevdiğimiz insanların sesi, nefesi, dokusu, kokusu… Bir merhaba, bir gülücük, bir öpücük. Bir sarılma…
Bir derin ve sıkı sarılma için nelerden vaz geçebilirdim diye düşünmeden edemiyorum. Ya siz, nelerden vazgeçerdiniz bir derin kucaklaşma için?
Yıllar öce birbirimizi tanımak istediğimizde sorduğumuz sorulardan biriydi:
“Issız bir adaya düşersen, yanında götüreceğin üç şey ne olurdu” sorusu. Şimdi ise her birimiz ıssız bir ada. Her birimiz kendi ıssız adamızla insanlarla bağ kurabildiğimiz derinlik oranında güçlü bir köprü. 2020 ıssız adaların ve köprülerin yılı oldu bence. Bu arada networking gurusu Erdal Uzunoğlu’nun etkinliklerine katıldım. Kulak misafiri olmanın önemini anlatıyordu, networking’in ağ kurmaktan çok bağ kurmak olduğunu. Kulak misafiri olmanın ötesine geçmek gerektiğini, can kulağı ile dinlemeyi. Hayalleri gerçekleştirmenin yolunun hayalleri birleştirerek çoğaltmak olduğunu. Ancak kendi hayalimiz için olduğu kadar birbirimizin hayaline de katkıda bulunduğumuzda ıssız adalarımızı bereketli topraklara dönüştürebileceğimizi vurguluyordu.
Kulak verdikçe Erdal’a, dileğim 2021’in bereketli topraklar yılı olmasıdır her biriniz için. Mutlu Yıllar.
Önemli not:
Geçen yazıma yorum yapan değerli okurlar Murat Kılıçarslan ve Ata Güler. Adreslerinizi mal kutuma yollarsanız, söz verdiğim kitabınızı postalayacağım.