İki yol vardı aslında yürüyebilecek. Ya bir korku sarmalına kapılıp bir mücadele hali olarak algılanıp sürekli bir didişmede sürdürülecekti yaşam ya da olanın farkında ama korkuda değil, tam tersine sevgide ve her şeyle tam olarak barışık olunacaktı yaşamda.
Ya tepkisel olunacaktı -ki bu görünüşte kolay yoldu- ya da proaktif olunacaktı. Tepkisel olmak ‘görünüşte’ kolay yoldu diyoruz. Çünkü tepkisellik yaşam yollarında güdülmesini getiriyor insana. Yaratıcı yanını sıfırlamayı. O ne yaptı, öteki nasıl davrandı üzerinden bakmayı her şeye. Ötekini gerçekten dinlemek, ortak noktalara bakmak, farklılaşan bakış açılarına ortak çözüm üretmek tepkisel insanın genellikle gündeminde değil.
Bunlar proaktif bir yaşamın kullanım araçları. Çözüm üretmek... Mantığı ve yaratıcılığı yani sol beyin kadar sağ beyini kullanmayı gerektiren bir yaşam hali proaktif bir yaşam.
Çok değil, sadece birkaç ay öncesine kadar, insanın hasta oluğu kanıtlanana kadar sağlıklı olduğu alt algısı ile kurgulanmıştı yaşam. Sağlıklı, temiz ve dengeli gıda tüketerek doğada zaman geçiren; toprakla, yeşille, maviyle iç içe bir hayatta, stres ortamından mümkün olduğunca uzaklaşmayı becerebilen; yaşam coşkusu ile dolu olan bir insan, bedenine de iyi bakıyor, kapasitesine uygun spor yapıyor, oksijen ihtiyacını alıyorsa -sistemi zaten öyle mükemmel kurulmuş ki- bağışıklığı yüksek olur. Yaratılmış olan sistem öyle mükemmel ki insan bedenindeki birçok hücre her gün ölüyor ve yenileri her gün üretiliyor. Koronadan önce bildiğimiz bir gerçekti bu: Vücut kendini tamir ve tedavi etme becerisiyle donatılmıştı. Düşüp bir yerinizi yaraladığınızda ona yeterince zaman ve ilgi göstermeniz halinde sistem yarayı tedavi ediyordu.
İlla ki bu noktalara dikkatimizi çekenler oluyorsa da kanserojen ürünler piyasada kol geziyor. Doğa şehirleşme adına daha çok tahrip ediliyor, atıklarımız kanalizasyonlardan toprağa ve denize karışıyor sistemimiz zarar görüyordu. İstanbul’da düzenlenen son Bienal, 7. Kıta, Pasifik Okyanusunun ortasındaki 3,4 milyon kilometrekare genişliğinde 7 milyon ton ağırlığındaki devasa plastik atık yığınına işaret ediyordu. 8 Ekim 2019 tarihli yazımda da ifade etmiş olduğum gibi “Akdeniz havzasındaki mikroplastik konsantrasyonu Pasifik Okyanusundaki plastik adasının yaklaşık dört katı. Soluduğumuz havadan, içtiğimiz sudan, yediğimiz baldan, yemeğimize ektiğimiz tuzdan haftada beş gram mikroplastiği bedenlerimize yüklediğimizi fark etmiyoruz bile.”
Koronadan sonra insanın algısı bir anda değişti. Bir korku cumhuriyeti yaratıldı dünya üzerinde. Artık insan sağlıklı olduğu kanıtlanana kadar hasta olduğu varsayımıyla hareket edecekti.
Bu arada dünyaya zarar vermeye giderek artan bir hızda devam edecektik... Atalık tohumlar yerine GDO’lu gıdalar... Kesilen ağaçlar, yok edilen ormanlar... Atıklar ya da kuraklık nedeniyle yok olmakta olan nehirler/göller...
Kullan at malzemelerin kullanımı tavan yaptı. Pazara, markete kendi kumaş çantalarımızla gitmeye tam alışırken evlere kapandık ve siparişlerimiz daha çok naylon poşetle kapımıza gelmeye başladı. Daha çok ambalaj malzemesi... Bu arada her gün maske takma zorunluluğu. Birbirimizi maske takıyor takmıyor diye eleştirirken takılan farklı tip maskelerin ne kadar koruyucu olup olmadığına belki de o denli dikkat etmiyoruz. Eczanelerde satılan cerrahi kullan at maskeler doğru kullanıldığında çift taraflı koruyuculuğu yüksek belki ama bunların kullanım sonrası tıbbi atık sistemine dahil edilmeksizin sıradan çöplere atılması sonuncunda diğer bir çok çöpümüz gibi toprağa ve suya karışması çok olası. Denizlerimizdeki mikroplastiklere ek partiküller!
Kullan at olmasın kumaş maske kullanalım diye yola çıksak, bu sefer bu maskelerin koruyucu kapasitelerini bilmiyoruz. Yine de taktı, takmadı tartışması son hızla sürüyor. Temiz havada açık alanda dahi sürekli maske takmak, günü kurtarırken kendimize ve çevremize uzun vadede nasıl sorunlar yaratıyor acaba, bunu pek düşünmüyoruz.
Görünenin ötesine bakmasının zamanı gelmedi mi artık insanlığın? Yukardan bir yerlerden bakıp bütünü görmeye çalışmanın? Sorunlara yüzeysel ve septomatik çözümler üretip günü kurtarmak yerine bütünsel bir bakışa sahip olarak dünyamızın sorunlarına etkin ve gerçekçi çözüm üretecek yaratıcılığımızı kullanma zamanı gelmedi mi artık? Mantığın ve bilimin gelişmesini sağlayan sol beyin ile yaratıcılığın ve spiritüelliğin motoru olan sağ beynimizi birlikte kullanmanın zamanı gelmedi mi hala?