Salgın ve hayatımız

Bu yazıda değişik yerlerdeki konuşmalardan çıkarttığım notlardan oluşan paragraflar var. Parça parça veya peş peşe okunabilir.

Yankı YAZGAN Köşe Yazısı
10 Haziran 2020 Çarşamba

Yaşamda başka insanların bize ne dediklerini, ne yaptıklarını bile unutuyoruz ama bize hissettirdiklerini asla unutmuyoruz. Salgın döneminin yaşattığı duyguları da hiç unutmayacağız. 

Belleğimizdeki duygu izlerinin yaşantılarımızı kıskaca almasını, içinden çıkılmaz döngülere düşmeyi önleyebiliriz. Hangi duygular? Olmadık şeyler olmasına duyduğumuz öfke, yapmadıklarımız için pişmanlık, olmasını beklediğimiz ama gerçekleşmemişler için hayal kırıklığı, giden ve gelmeyecek olanın ardından duyduğumuz üzüntü.

Yaşadığımız duyguların önce farkına vararak, adını koyarak, başkalarıyla paylaşarak ve başkalarınınkini anlamaya çalışarak duyguların yoğunluğunu kontrol edebiliriz. 

 

Korku ve şaşkınlık. Bilinmezlik, bilinebilir olarak tasarlamış olduğumuz hayatımızın kestirilebilir olmaktan çıkmasıyla tekinsiz bir dünya hissi yaratır. Tehlikedelik hissini önce uykularımızda, kalp atışlarımızda hissederiz. Sonra duygular sökün eder. En hızlı korku gelir, canımız ve sağlığımız, kendimiz ve sevdiklerimiz, geleceğimizle ilgili bir korku; ülkenin, işlerimizin, güçlerimizin, hayatımızın, çocuklarımızın geleceğinin nasıl şekilleneceğini bilememenin verdiği korku. Daha doğrusu her zaman bilinmez olanın bilinmezliğini idrak etmemizle, bilme yollarının da silinmesiyle beraber gelen bir korku. Korkunun yanı sıra şaşkınlık, tutuklaştıran, aklımıza o an nasıl esiyorsa ona göre hiç yapmayacaklarımızı yaptırtan. Marketlere hücum ederkenki gibi... 

 

Stres ne varsa onu katmerlendirir. Her türlü yaşam değişikliği, özellikle stresör nitelikte olanlar daha önceden var olan özellikleri belirginleştirir. Yüzümüze bir spot ışığı tutulduğunda yüzümüzdeki çizgiler ve kırışıklıklar nasıl daha belirginleşiyorsa, hayatlarda daha önceden başlamış çelişkiler, geçimsizlik, ev içindeki şiddet ya da ev içindeki eşitliğin sağlanamadığı durumlar iyice gün yüzüne çıkar. Bu durumu düzeltmek için karantina dönemi bir fırsat, barışmak ya da uzlaşmak için zorunlu bir durum oldu diye düşünsek de, pandemi boyunca olan sıkışmışlık onarım çabalarını zorlaştırdı gibi gözüküyor.

 

Kaygılı anne-babalar kadar durumu hiç dert etmeyenler, komplo teorileriyle kafası meşgul olup yapılanların abartılı olduğunu söyleyen anne-babalar da çocuklarını zor duruma düşürebilir. Bu gerekçelerle hiçbir sınıra ve sağlık tavsiyesine uymama yönünde sokakta ve evde davranan ailelerin çocuklarında aşırı kaygılılık ortaya çıkabilir. “Gereken hiçbir şeyi onlar yapmıyor, o zaman benim bir şeyler yapmam gerekiyor” diyen çocuk evin kaygı merkezi haline dönüyor. Anne-babanın kaygısız ve umursamazlığının doğurduğu ‘kaygı boşluğu’nu çocuk dolduruyor. Salgın ya da hastalık gibi tehlikelere (başka durumlarda kaza gibi olasılıklara) karşı temkinli olmayı aşırı kaygı ile eşdeğer sanmamak lazım.

 

Bir hayal kırıklıkları dönemi bu. Bu hayal kırıklıklarıyla başa çıkmayı öğrenmek için de bir gelişim fırsatı. 10 yıl sonra, 20 yıl sonra, 30 yıl sonra bu dönemi bu kadar kötü hatırlamayacakları kesin. Hangi koşulla? Büyük, giderilemez, onarılamaz kayıplar yaşamamış olurlarsa. Büyük kayıplar, bir sevdiğimizi, değer verdiğimiz birisini, kişi olarak tanımamış olsak bile, kaybetmiş olmak bu döneme travmatik bir nitelik kazandırır. Kayıpların önemli bir kısmını hayatlarımızdan eksilen insanlar oluşturuyorsa da, gerçekleşmeyen mezuniyetler, yarım kalmış dostluklar ve aşklar, tamamlanamamış turnuvalar ve kaçırılmış doğum günleri gibi yaşanmamışlıkların yarattığı hüznü unutmayın.

Hayal kırıklıklarının travmatik bir nitelik kazanmasını önlemek biraz elimizde. Kırılan dökülen hayali kurmanın başka yollarını arayıp bulanlar, alternatif hedefler koyanlar ve bu dönemi bir dayanıklılık sınavı gibi geçirenler geleceğe sağlamlaşmış ruhsal yapılarla geçebilirler.  Travmatik olaylarla karşılaşanların küçük bir bölümü travma sonrası stres bozukluğu ya da başka ruhsal bozukluklar geliştiriyor; zorlanan, kırılma noktasına yaklaşan önemli bir çoğunluk toparlanabiliyor. Dayanışma ağları içinde yer alanlar, kimsesi olanlar, üretme olanaklarını sürdürebilenler travmatik etkilere dayanabiliyorlar. 

 

Salgın ve Gençler. Gençler önemli ölçüde doğaları gereği ve beyin gelişimlerinin henüz tamamlanmamışlığı nedeniyle riskleri azımsayabilir. Hayata bakışları tehlikenin o andaki etkilerini ön plana alır, uzun vadede, bırakın yılları günler sonra olacak olanları akla getirmeyebilirler. Sağlıkla ilgili risklere bakışlarını bu belirler. Yaşlıların daha çok etkilendiğinin söylendiği, ölüm vakalarının yaş ortalaması olarak 74,5 dendiğinde, genç kendi yaşından çok uzak gördüğü bu ortalama değerin temsil ettiği ölümün hiç bir zaman kendisine uzanamayacağını düşünür. Ortalamanın dışındaki kısmı düşünmesi için ortalama ile beraber gelen standart sapmayı sormasını beklemeyelim; genç ölümlerin var olduğunu gösteren verileri arayıp bulmasını da. Bilime düşen bu riski ve tehlikeyi korkutmak değil aydınlatmak amacıyla ortaya koymasıdır. 

 

Hayatın merkezi evden okula kayar. Evin ve ailenin gelişim üzerindeki güncel etkisi yaş büyüdükçe hele lise yıllarına vardığımızda epeyce azalır; baştaki etkinin gücü hiç kaybolmadığı için devam eden etkiyi ailenin o andaki tutum ve davranışlarının çok daha ‘hafif’ kalan etkisiyle karıştırırız. Gencin bağımsızlık yollarını arayışı içerisinde görünürdeki ana karakterler hayatındaki arkadaşları, okuldaki öğretmenleri olur. Düşmanları olur, dostları olur. İlham kaynakları olur, nefret edilecek olanlar olur. Etki merkezi büyük ölçüde okula kayar. Özellikle 13-14 yaşından sonra stresle başa çıkma dayanışmacı, birbirini kollamacı arkadaş ilişkilerinden beslenmeye başlar. 

Pandeminin uzayıp giden azalıp artan ve farklılaşan travmatik stres biçimindeki etkisi bildiğimiz travmalardan çok farklı olan nerede başlayıp nerede bittiği belli olmayan bu salgının psikolojik sonuçlarını bu “belirsizlik” salgını (yaşamda yol açtığı kayıplarla beraber) belirlemektedir.

 

Evden okul olur mu? Çok benzersiz bir durum ve benzersiz bir alt-üst oluşla karşılaştığımız bu dönemde bildiğimiz anlamda okulun yokluğu önce sarsıcı oldu. Okulların yetersiz kaldığı noktalara “Amerika’daki gibi evden eğitimle düzeltelim” düşüncesiyle yaklaşan anne-babalar dahil birçok kişi okulun eve taşınmasıyla hazırlıksız olduğu için ciddi bir zorlanma ile karşılaştı. Çerçeve çizicilik görevinin resmen okulda, fiilen ailede olduğu durum kafa karıştırdı. Okulların kendi çerçeve çizici (ya da siz ‘oyun kurucu’ deyin) rollerini tekrar ele almaları ölçüsünde bir denge oluştu. Bu dengenin özellikle dijital hayatın nimetlerini doğru kullanmayla paralel olduğu kanısındayım. 

Ancak travmatik stresin var olan çelişki ve çatlakları belirginleştirmesi uzaktan eğitim üzerinden okullar ve eğitim ile ilişkimiz için de geçerli oldu. Hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı, ama yenisinin ne ve eskiden ne kadar farklı olacağını tam bilemediğimiz bir noktaya, okullar ve eğitim yapımız açısından da geldik. Bu durumun yarattığı değişim, sadeleşme ve dönüşme fırsatının iyi kullanılıp kullanılmayacağı eğitimin paydaşlarının tutumlarına bağlı olacak.