Duyguların Aklı

Moris FRANSEZ Köşe Yazısı
15 Ağustos 2018 Çarşamba

Duygular ile Aklı, sürekli olarak birbirlerinin işine karışan iki ‘rakip’ olarak ele almak, eski ve yaygın bir düşünce alışkanlığı… Eflatun (Platon) bile, akılla duyguların “bizi zıt yönlere çeken iki ata” benzediğini söylermiş.

Bu ‘Platonik’ inanç henüz kaybolmamış olmalı ki, ‘kalp’ ile ‘beyni’ birbirlerine ‘alternatif’ görme alışkanlığı, güncelliğini hâlâ koruyor. İki tarafın da sadık yandaşları var ve birbirlerini “rasyonel ama duygusuz!” veya “duygusal ama akılsız!” olmakla ‘suçlayarak’, hoşça vakit geçiriyorlar.

Oysa, akıl ile duygular, birbirlerinin ne alternatifi, ne de rakibi… İkisi de, aynı takımın asli oyuncuları. Hiçbiri, ötekinin ‘yedeği’ değil… Sorun, biri yerine ötekini oyuna sürdüğümüz zaman ortaya çıkıyor.

↔↔↔

Bir önceki yazıda1, insanın kendini ‘daha kusursuz’ kılma çabasını ele almış; önce Doğa Ananın içimize bir ‘kendi-kendini-ıslah’ mekanizması yerleştirmiş olabileceğini ileri sürmüş; sonra da, aklın bu amaca hizmet edebilecek bir önerisi olup olmadığını kestirmeye çalışmıştım.

Bu ‘kestirme’ ya da yorum çalışması için, uzun uzadıya araştırma yapmam da gerekmemişti… Çünkü akıl ve -benim gibi- ‘akıl adına’ kaonuştuklarını ileri sürenler o kadar geveze ki, ‘yaşamı akılla ele alma’ konusunda herhangi bir malzeme sıkıntısı çekilmiyor.

Bu kez ise niyetim, insanın dünyasını ‘daha iyi’, ‘daha ahlaklı’, ‘daha yaşanılır’ kılma çabasında, duyguların bir rol oynayıp oynamadığını anlamaya çalışmak.

İş, bu kez, biraz daha çetrefilli… Çünkü duygular, akıl gibi konuşkan değil. Hiç ‘laf’ üretmeden işlerini yapıyorlar. Yapacak o kadar işleri var, ve akıl o kadar yavaş ki, aklın kendilerini tasvip etmesini beklemeden, doğanın buyruklarını uyguluyorlar.

Tüm canlı organizmalar, ister ‘akıllı’ olsunlar, ister tamamen beyinsiz, bir tehlike veya bir fırsatla karşılaştıklarında, tehlikeyi savuşturmak veya fırsatı değerlendirmek için, otomatik olarak harekete geçiyorlar…

Bedenlerinde oluşan heyecan (emotion), zihinlerinde de bir duygunun (feeling) belirmesine neden oluyor.  

Bu otomatik mekanizmanın marifetiyle, korku, öfke, telaş, kıskançlık gibi duygular oluşturuyor ve muhtemelen bunlar sayesinde, kendimizi ve soyumuzu, -öteki insanların da içlerinde  bulunduğu- ‘doğal afetlerden’ koruyabiliyoruz.

Ne var ki, ‘öteki insanlar’, sadece en kaypak rakiplerimiz değil… Aynı zamanda, en güvenilir müttefiklerimiz… ‘Arkadaş canlısı’ doğamız, bir önceki paragrafta saydığım ‘bireyci’ duyguların yanında, sempati, aidiyet, utanma, gurur gibi ‘sosyal’ duygular oluşturmamıza neden oluyor.

Ve bu sosyal duygular sayesinde de, ahlaki sistemler kurmayı, başkalarının hakkını hesaba katmayı, kendi kusur, zaaf ve ayıplarımızın farkına varmayı öğreniyoruz.

Eğer insan toplulukları, bu sosyal heyecan ve duygulardan yoksun bireylerden oluşsaydı, herhangi bir toplumsal sözleşme tasarlama ihtiyacı duymayacak; hukuk sistemlerinin gerektirdiği bilgelik düzeyine erişemeyecek; neyin ‘meşru’, neyin ‘yasak’ sayılması gerektiği hususunda anlaşmamız mümkün olmayacaktı.

Ve eğer, merhamet, utanç, suçluluk duygusu, haksızlığa isyan, şefkat ve huşu gibi duyguları hissetmekten aciz yaratıklar olsaydık, herhangi bir dinsel sistem geliştirmemiz de mümkün olmayacaktı.

Çünkü bu duyguların yokluğunda, birbirimize karşı ‘ahlaklı’ davranma ihtiyacı duymayacak, bizi buna zorlayacak kurumsal otoriteler tesis etmek aklımıza gelmeyecekti. Toplumlarımızdan, ne kendisini maneviyata adamış kutsal kişiler çıkacak, ne de bu kişilere huşu ile bağlanmaya hazır müritler…

↔↔↔

İçimizde, birbirleriyle çelişki ve çatışma içinde olan güçlerin işlemekte olduğu doğru olabilir… Ama, bu “bizi zıt yönlere çeken iki atın” duygular ile akıl olduğunu sanmıyorum.

İçimizde sürüp giden esas mücadele, ‘bireyci’ duygularımızla, ‘sosyal’ duygularımız arasında geçiyor… Aklımız ise, seyirci… Fazla bir etkisi olmadığını bildiği için, olup biteni izleyip, kendi kendine homurdanmakla yetiniyor.

Bir yanda, yaşamda kalmak için her türlü şiddeti uygulamaya hazır olan ‘iç’ güdülerimizle, diğer yanda, bizi toplum içinde yaşamaya zorlayan ‘sosyal’ güdülerimiz, önce çatışmaya giriyor… Sonra da uzlaşmanın yolunu arıyor. İçimizde geçen bu çetin mücadele sayesinde, giderek ‘evcilleşiyoruz’.

Henüz sırlarını çözemediğimiz, ilginç bir dünyada yaşadığımız kesin… Ahlakımızın temeli olan ‘iyilik’ ve ‘kötülük’ nosyonlarını, içimizde sessiz-sedasız işleyen bir heyecan/duygu mekanizmasına borçlu olmamız, hem ilginç, hem de esrarengiz.

İçimizde böyle ‘evcilleştirici’ bir mekanizma oluşmasının sırrını, tanrısal bir planın mevcudiyetine bağlamaya eğilimli olabilir… Ya da, hadiseyi biyolojik evrimle açıklamayı yeğ tutabiliriz.

Bu iki yoldan birini seçmedeki kişisel tercihimiz, evrenin gizemini ne arttırır, ne de azaltır.

1 Yaşama, ya da Oduna Şekil Verme Sanatı Üzerine (Şalom, 27 Haziran 2018).