Mersin-10 meselesi

Sami AJİ Köşe Yazısı
15 Ağustos 2018 Çarşamba

Mersin’de ne gibi bir sorunumuz olabilir diye sormaya başladığınızı duyar gibiyim.

Sizi hemen meraktan kurtarayım. Mersin-10, KKTC’nin posta kodudur. Özellikle yurt dışından KKTC’ye, örneğin Lefkoşa’ya postalayacağınız herhangi bir mektuba, “Lefkoşe- Mersin 10 Turkey” ibaresini yazmazsanız, o zarf gönderene iade edilir.

Niye?

Cevabını hepiniz biliyorsunuz. KKTC, hiçbir dünya devleti tarafından tanınmıyor. Dolayısıyla, hemen hemen hiçbir uluslararası resmî kurum tarafından da tescil edilmemekte. Diğer bir deyimle KKTC, Türkiye’nin bir vilayeti gibi kabul görmektedir.

KKTC’nin kuruluşunun 35. yıldönümünü yakında kutlayacağız. Ancak sorun henüz çözülmüş değil. Peki, bu duruma nasıl geldik? İster istemez geçmişe kısa bir göz atmak lazım.

Lozan’dan başlayacağım. Antlaşmanın 20. maddesi hiçbir tereddüde yol açmayacak kadar açık: Türkiye, Kıbrıs adasının 5 Kasım 1914 tarihi itibariyle Britanya Hükümeti tarafından ilhakını tanımaktadır. Bir sonraki maddede adadaki Türklere iki yıl içinde Britanya vatandaşlığına geçebilme hakkı da verilmektedir.

Kulunuz “Hürriyet” gazetesini 1949 yılından itibaren okumaya başlamıştı (tabii Fatoş ve Güngörmüş Ailesi ilk baktığım bölümdü, sonra spor sayfası gelirdi.) Birkaç yıl sonra manşetlere göz atmaya başladım ve aniden rahmetli Fuat Köprülü’nün bir beyanı gözüme çarptı: “Bizim Kıbrıs diye bir meselemiz yoktur. Yunanistan ile İngiltere arasında çözülmelidir.”

Çok kısa bir süre sonra, bana göre birdenbire “Kıbrıs Türk’tür, Türk kalacaktır” sloganları basında yer almaya başladı ve buna paralel olarak Kıbrıs Türk lideri diye tanıtılan Dr. Fazıl Küçük, ‘Kıbrıs Türk’tür mitingleri düzenlemeye başladı.

1958 yılına gelindiğinde, sloganda değişiklik oldu: “Ya taksim! Ya ölüm!” veya “Ya böleceğiz ya öleceğiz” başlıkları görülmeye başlandı. Hatta bu parola ile de çeşitli şehirlerde mitingler düzenlendi. 

Bu gibi faaliyetler devam ede dursun, diplomatik temaslar sürüp gidiyordu. Özellikle dönemin Dışişleri Bakanı rahmetli Fatin Rüştü Zorlu’nun1 olağanüstü bir ustalıkla yürüttüğü müzakereler nihayet sonuca varmış, hem İngiltere, hem Yunanistan ve en önemlisi Kıbrıs Rumlarını ve Türklerini tatmin eden Londra ve Zürich antlaşmaları imzalanmıştı.

Hemen akabinde, İsviçreli bir hukuk profesörünün de dâhil olduğu müşterek bir komisyon Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyetinin Anayasası’nı 14 ayda hazırlayarak tarafların onayına sunmuştu. Kabul edilen bu anayasaya istinaden seçimler de yapılmış, yeni devletin tüm mekanizmaları da harekete geçmişti.

Artık Ada’da, sulh ve sükûn dönemi başlamıştı. Veya öyle zannediyorduk. Maalesef bu tarihten günümüze kadar, ada halkı ve garantör sayılan devletler rahat yüzü görmediler.

Yeni devletin daha senesi dolmadan, Rum tarafı Anayasa’da değişiklik taleplerinde bulundu. Ancak bunlar kabul edilmedi. Taraflar silahlanmaya başladı. Sonuçta Rum çeteleri bir taraftan zorla Rum köylerinde yerleşik Türkleri yerlerinden ederken aynı anda yeni kurulmuş olan Türk mücahit kuvvetleri ile çarpışmaya başladı. Sonuçta tarihe ‘Kanlı Noel’ olarak geçecek olaylar meydana geldi. Başta tabip tuğgeneralin eşi ve çocukları olmak üzere 500’den fazla Türk katledildi.

Türkiye Haziran 1964’te Ada’ya müdahale etmeye hazırdı. Ancak ünlü Johnson mektubu ile bu teşebbüsü akim kaldı.

Durum biraz sakinleşmişti, ama çatışmalar son bulmadı ve taraflar bir türlü bir anlaşmaya varamadılar. Doğrudan veya dolaylı silahlı müdahaleler sıklaşarak devam etti.

1974 yılına gelindiğinde, dönemin Kıbrıs’ın Cumhurbaşkanı Makarios’a karşı bir E.O.K.A.’cı2 tarafından darbe yapılınca, karışıklıklar zirveye çıkmış ve Ada Türklerinin güvenliği kalmamıştı. Askeri müdahale kaçınılmazdı. ABD ve İngiltere’nin muhalefetlerine rağmen Bülent Ecevit hükumeti, çıkarma harekâtını başlattı.

15 Ağustos’ta ordumuz başarıyla hedefe varmış (kırk dört yıl önce bugün) ve Ada fiilen ikiye bölünmüştü.

Bu tarihten itibaren güvenlik sağlanmış ama günümüze kadar hâlâ barışa ulaşılamamıştır. Gerçek olan bir şey var ise nihai barışa varılmasına kadar Ada’nın hem ülkemize hem de Yunanistan’a çok ağır malî ve siyasî yükler getirmekte olduğudur.

Naçizane kanaatime göre çözüme ulaşmak için önümüze önemli bir fırsat çıktı. Kıbrıs’ın hemen tüm çevresindeki kıta sahanlığında geniş doğal gaz rezervleri bulundu. Diğer bir deyimle tüm Ada halkı tarafından rahatlıkla paylaşılacak ve her Ada sakininin refahına katkı yapacak bir zenginlik kaynağı mevcut.

Her türlü bağnazlıktan sıyrılarak, garantör devletlerin de teşvikiyle Rum ve Türk taraflarının bir araya gelip sonuç alıcı bir görüşme sürecine başlamaları kolaylaştı. En mühimi, iki halk, deyimin tam anlamıyla, aynı gemide yol aldıklarının bilincine vardılar.

Yapıcı bir diyalogla, artık Kıbrıs Adasının hak ettiği sulh ve sükûn dönemine kavuşma imkânının çok yaklaşmış olduğuna inanmaktayım.

1 Fatin Rüştü Zorlu (1910-1961). Galatasaray Lisesinden mezun olduktan sonra, Paris Siyasal Bilgiler Fakültesini ve Cenevre’de hukuk fakültesini bitirdi. 1936 yılında Montreux görüşmelerinde yer aldı. 1960 ihtilalini takip eden yargılama sonucu İmralı’da idam edildi.

2 E.O.K.A başlangıçta, Kıbrıs Rumlarının İngiliz işgaline son vermek ve adayı Yunanistan’a bağlamak için 1955 yılında kurdukları silahlı bir örgüttü. 1970’den sonra Türklere karşı saldırılara başladı.