Takvimin bu dönemi Ortadoğu için önemli birçok olayın yıldönümlerine işaret ediyor. Kasım’ın ikisi Balfour Deklarasyonu’nun 100. yılıydı. Bununla ilgili birçok şey söylendi, yazıldı. Kimi deklarasyonu kutladı, kimi kınadı, kimi hızını alamadı Britanya’yı özür dilemeye davet etti. Internet gazetelerine veya ana akım medyada yapacağınız kısa bir araştırma tepkileri gözlerinizin önüne serecektir.
Oysa Balfour Deklarasyonu bir Yahudi devletini öngörmüyordu. 1922 yılında bölgeye Sömürgeler Bakanı olarak ziyarette bulunan Winston Churchill, burada birbirine komşu iki halkın Britanya şemsiyesi altında yaşayacaklarını, Arapların dile getirdikleri kaygıları paylaştığını, ancak, bir Yahudi Devleti’nin söz konusu olmadığını belirtecekti.1
Balfour Deklarasyonu’nun muğlak metninden İsrail Devletine giden yolda neler yaşandığını, buradaki Arap ve Yahudi toplumların arasındaki gerilimleri, gitgide içinden çıkılmaz güvensizliği anlamak için tarihi incelemek yeterli.
29 Kasım 1947: Britanya’nın Şubat 1947’de Filistin Mandasından çekileceğini açıklaması sonrasında, bölgenin geleceğini tartışmak için BM bünyesinde oluşturulan bir komisyonun, Filistin topraklarının buradaki halklar arasında taksim edilmesini öngören önerisinin oylandığı ve kabul edildiği gün. Buna göre, önerilen bir harita çerçevesinde taraflar bağımsızlıklarını ilan etmeye davet ediliyorlardı.
Harita önerisinin getirdiği coğrafi handikaplara rağmen Yahudi toplumunun taksim planını kabul etmesi, buna karşılık Arap toplumunun bu anlaşmanın bir toprak gaspı olduğunu ileri sürerek planı ret etmesi, Ortadoğu tarihinde önemli kırıklardan birini oluşturur. Şu bir gerçek ki, öneri her iki toplum tarafından kabul edilseydi, bugün bölge, şu anda ayaklara dolanan birçok sıkıntıyı aşmış olurdu. Hiç şüphesiz komşular arası kavga değişik konular üzerinden devam ederdi; ancak Filistin Arapları, kendi idare edecekleri, sınırları içinde egemen olacakları, var oluşları için değil, refahları için savaşacakları, çaba harcayacakları bir devlete ulaşmış olacaklardı. Bölgenin feodal yapısı içinde, Araplar arasındaki aşiret kavgalarının siyasi çekişmelere devşirilmesi ile gelinen noktada, bu seçenek kabul görmedi…
O gün kabul görmeyen öneri, bugün hâlâ gündemi işgal etmesine rağmen olduğu yerde. Hâlâ iki devletli bir çözüm üzerinde konuşuluyor. Ortaya konan önerilerden devletler topluluğu içinde en çok kabul gören çözüm önerisi bu. Gelin görün ki, her iki taraftan bazı kesimler buna kesinlikle karşı… Çözüme giden yolda, Yahudi tarihinde eşi benzerine rastlanmamış şekilde, bir başbakanın, Yitshak Rabin’in bir Yahudi tarafından vurularak öldürülmesi gurur duyulacak bir olay olmasa gerek…
Filistinlilerin de kendi aralarında bölünmüş olmaları, her fırsatta şu veya bu şekilde kavgaya tutuşmaları, birlik içinde hareket etmekten aciz bir görüntü vermeleri, eskiden olduğu gibi çıkar ilişkilerinin toplumsal ve ulusal çözüm yollarını tıkadığının bir göstergesi. Hal böyle olunca da, etki alanı içine girdikleri çekim merkezlerinin yörüngesinde kalmaya mahkûm oluyorlar. Çözümsüzlük çözüm haline geliyor ve kitleler içinde kabul görüyor.
Sırada bir de Kudüs var: 11 Aralık, Kudüs’ün General Allenby komutasındaki İngiliz güçleri tarafından ele geçirilişinin yüzüncü yıl dönümü olacak. Bu yalnız bölge tarihi için değil, Osmanlı / Türk tarihi için de önemli bir dönüm noktası hiç şüphesiz.
Böylesi önemli bir olayın yıldönümünde Kudüs’ün her zamankinden çok gündeme gelmesi son derece doğal. Bu vesile ile, medyada veya akademik platformlarda yapılan tartışmalarda dikkat edilmesi gereken önemli bir iki nokta var: Kudüs, hiç şüphesiz, Mekke ve Medine’den sonra İslamiyet için çok önemli bir kent. Ancak ne tarihteki Arap devletleri zamanında, ne Memlukler ve Osmanlılar zamanında, kente gerekli önem gösterildi… Burası ne bir kültür ne de bir ticaret merkezi oldu. Çölün ortasında son derece elverişsiz bir coğrafyanın içinde, dağların eteğinde, gelmesi gitmesi zor bir yer olduğundan olacak, siyasi bir ağırlığı da olmadı. Ancak İslam’ın yanında, Hıristiyanlık için bir esin kaynağı oldu… Yahudilik içinse bir emel…
Kentin havasına hakim mistik esintinin, kavgalarla, ucu açık sert söylemlerle, bilgisiz toplumları etki altına alacak şekilde, kirletilmesine kimsenin izin vermemesi gerekir. Bilakis, kendisine atfedilen tüm kutsiyeti ile Kudüs, semavi dinlerin uyum içinde yaşadıkları bir ahenk kentidir ve öyle kalmalıdır.
1 “Churchill and the Jews” – Martin Gilbert.