Doğduğum, yaşadığım, büyüdüğüm mahallede dolaşıyorum bu pazar. Bildiğimi sandığım, meğer hiç bilmediğim... Kapılardan geçiyorum, daha önce hiç uğramadığım.
Bu kapılardan ilki Şişli Rum Ortodoks Mezarlığı. Doğup büyüdüğüm evime bu kadar yakın yine de bu kadar uzak bana... Şişli Rum Ortodoks Mezarlığının ve içindeki Hristos Metamorfosis Kilisesinin restorasyon sonrası açılış törenine denk gelmişiz. Ekümenik Piskoposun yönetimindeki ayine katıldık bahçeden de olsa. Avrupa’ya gittiğimizde, (Prag’da mesela ya da Paris’te Pere Lachaise) mezarlıkları geziyoruz ama kendi ülkemizde aklımıza bile gelmiyor. Oysa İstanbul’un göbeğinde, bir açık hava müzesi gibi bu kilise ve bu mezarlık. Şehrin göbeğinde, Şişhane’de Petit Champ des morts ve Grand Champ des morts Mezarlıkları yüzünden, mezarlıklar şehri olarak tanımlanan İstanbul’u Avrupa şehirlerinde olduğu gibi yeniden düzenleyebilmek adına, 1800’lerin ortalarında gayrimüslimlere verilen alanda kurulduğundan beri hâlâ gömü yapılan yaşam/ölüm/yaşam döngüsünün durak noktası... 6-7 Eylül Olaylarında yağmalanmış, cenazeler yerlerinden edilip yakılıp yıkılmış. Zamanla yaralar olabildiğince sarılmış. Bugün, etrafını saran trafiğe, hızlı şehir yaşamına ve giderek yükselen beton binalara rağmen ağaçlarla nefes alan ve böylelikle farkında olmasak da ilçeye yaşam katan, muhteşem mermer mezarların yükseldiği, yeşil-beyaz bir vaha burası. Ve gezdikçe -hele Mois Gabay, Serdar Korucu ve Niko Manginas gibi rehberlerle gezme şansını da elde edebiliyorsanız- İstanbul’un azınlık kültürü ve tarihi hakkında ne çok bilgi var edinebileceğiniz. Resmi tarih sayfalarında pek de anlatılmayan, unutulmuş, üstü örtülmüş, yok sayılmış. İstanbul’un azınlık kültürü diyoruz, oysa İstanbul İstanbul olmadan öncesine uzanan bir tarih mirası sözünü ettiğimiz. Ne acı ki, bu mezarlığın da, gezi boyunca içlerini görme şansına erdiğimiz diğer mekânların da kapısından güvenlik gerekçesi ile ancak özel izinle girilebiliyor artık.
Şişli’de bir diğer vaha, Bulgar Eksarhhanesi... Kendimi bildim bileli hep önünden geçtiğim, içini merak ettiğim Bulgar Kilisesi. Halaskargazi Caddesindeki bahçe duvarının ötesinde her zaman sessiz ve sakin, hiç bir yaşam belirtisi vermeden caddenin köşk ve konaklarının önce apartmanlara, sonra dükkânlara dönüşünü izleyen ve tüm bu dönüşüme var gücü ile dayanıp, bugünkünden çok farklı bir yaşamın sessiz tanığı ve kanıtı Bulgar Kilisesi ve köşkü. Meğer burası İstanbul’daki Bulgar cemaatinin buluşma noktası, yaşam alanı imiş. Biz gittiğimizde müdavimleri pazar ayini sonrası, öğle yemeklerini yemişler, yazdan kalma bir güneşli günün tadını çıkarıyorlardı sohbet eşliğinde. Köşkün üst katından balkona çıkınca aşağıdaki bakımlı bahçeden başka, çirkin apartmanlar görünüyor. Oysa zamanında buradan deniz görünürmüş. Şimdilerde ise deniz ancak bir salonun tavanındaki Ayvazovski panolarından göz kırpıyor ziyaretçiye.
Şişli Camii; 2003 yılında bombalı saldırıya uğramış olan Beth Israel Sinagogu, çeşitli kiliseler, binalar, güzelliği, sesi ve hayırseverliği dillere destan Türkiye’nin ilk kadın meyhane işletmecisi Madam Despina’nın tavernası, eski adıyla Tatavla, güncel adıyla Kurtuluş son duraktaki Aya Dimitri Kilisesinin muhteşem ikonostasis duvarı, Nazar’ın (ama eski Nazar’ın) profiterolü ve eklerleri, Üstün Palmiye’nin Paskalya çörekleri, son zamanların trend yeme-içme mekanı Bomonti Bira Fabrikası, nereye neden açıldığını ancak bugün öğrendiğim, Osmanlı’nın ilk rakı fabrikası, halk arasında deniz kızı rakısı olarak bilinen ve dönemin en kaliteli rakılarından olan Tenedos Rakı Damıtma Tesisinden kalan kapı arasında yoğun ve yorucu ama bir o kadar da doyurucu gün... Önünden bilmeden geçip gittiğimiz, çoğumuzun varlığından bihaber olduğu ya da haberdar olduğumuzda bile detaylarına vakıf olmadığımız her köşe şehir gezginine bir başka yaşamın varlığını hatırlatıyor.
Cadde boyunca, başınızı kaldırdığınızda, yeni yüksek binalarına arasında sıkışmış ya da üst katlarındaki eklentilerin altında ezilmekte de olsa... Zamanının aristokrasisinin oturduğu binaların güzelliğine, üzülerek hayran kalmamak işten bile değil. Tükete tükete bitirememişiz hâlâ İstanbul’umuzu. Her şeye rağmen her köşede ya dinleyip öğrenilecek, ya bakıp beğenilecek, bazan da tadıp haz duyulacak bir güzellik bulmak mümkün. Çirkinleştirdiğimiz İstanbul’un, kaba ve zevksiz dokusunun arasından... Her şeye rağmen ben hala buradayım, biz hâlâ buradayız, yılmadım/yılmadık dercesine…