‘İkinci Vatan Türkiye’

Dr. Elif ULUĞ Köşe Yazısı 0 yorum
6 Eylül 2017 Çarşamba

Türkiye’de yakın zamanda iyice yoğunlaşan, yurtdışında yeni bir hayat kurma sevdası var. Özellikle son birkaç senedir belli bir eğitim seviyesine ve ekonomik koşullara sahip insanların, Avrupa ve Amerika’da kendileri ve çocukları için bir gelecek kurma hedeflerini gerçekleştirdiğini de görüyoruz. Aslında bu sevdanın geçmişimizde de çok güçlü bir karşılığı var, ekonomik veya siyasi kaynaklı bir göç geçmişimiz var çünkü. Belki de bu yüzden bir zamanlar Türkiye’ye sığınan Almanlar olduğu bilgisini Twitter’da görünce inanmayanlar, uydurma olduğunu zannedenler var. Oysa tarih her zaman aynı yöne akmaz.

Nazi Almanya’sından kaçan bilim adamlarının Türkiye’ye sığındığını, Türkiye’de Türkçe eğitim verdiklerini bugün Türkiye’de çoğu kişi bilmiyor. İlk duyanlar da etraflarına bakıp böyle bir şeyin yaşanmış olamayacağını, haliyle bilginin yanlış olduğunu düşünüyorlar. (Yahut köşelerinden ‘tarihimizle yüzleşen’, ‘resmi tarihle hesaplaşan’ ‘cesur yazarların’ yerini, Cumhuriyet’in ilk yıllarıyla didişen, daha düşük maliyetle daha çok ve sık dezenformasyon yapabilen troller almıştır, kim bilir?)

II. Dünya Savaşı bir anda patlamadı; su, yavaş yavaş ısındı. Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi (NSDAP) iktidara geldikten sonra hedefine koyduğu gruplara sırayla cephe açtı. Önceliklerden biri de akademide tasfiyeydi, bu da birçok Alman bilim adamının dünyanın çeşitli ülkelerine kaçmalarına veya aldıkları davetlere icabet etmelerine neden oldu. Türkiye bu bilim adamlarına kucak açan ülkeler arasındaydı.

NSDAP iktidarından kaçıp Türkiye’ye sığınan bu insanlar, Türkiye’ye aralarında üniversite reformunun da bulunduğu büyük katkılar yaptılar, Atatürk’ün davetiyle gelenlerden İsviçreli Profesör Albert Malche, İstanbul Üniversitesinde yapılması gereken reformları yazarak öncü oldu. Hitler’in iktidara gelişinden savaşın başlamasına kadar geçen sürede, önce gelenler Nazi Almanya’sında üniversitelerden uzaklaştırılan öğretim üyelerinin de Türkiye’ye getirilmesi için aracı oldular, Türkiye’de zaman içinde bir Alman mülteciler topluluğu oluştu. Öyle ki burada çocukları oldu, onlar için küçük çaplı okullar bile kurdular.

Almanya’nın etnik politika güttüğü, muhaliflerin işlerinden olduğu bu yıllar, tam olarak da Atatürk’ün Türkiye’yi sıfırdan yarattığı, devrimci politikaları uyguladığı yıllardı. Türkiye devrimlerle yenilenirken, bugünkü garip etnik ve dini ayrımlar yapılmıyor, iş bilene emanet ediliyordu: Prost İstanbul’un planını çizerken, Bela Bartok Toros Dağlarında Türk Halk Müziği kaydediyordu. Ne kadar ilginç geliyor değil mi? Ne zamandır gazetelerde faşist diye anlatılan tek parti döneminde, yeni bir ulus-devlet yabancıların bilgisiyle mamur ediliyordu ve hiç de kompleks meselesi olmuyordu.

Bu akademisyenlerin, Türkiye’de göreve başlamaları nasıl bir his uyandırmıştı? Zamanın Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip’in şu sözlerine bakalım: “Bundan yaklaşık 500 yıl önce Konstantinopol ele geçirildiğinde bütün bilim adamları kenti terk etmeye karar vermişti. Birçoğu İtalya’ya yerleşmişti. Bunun sonucunda Avrupa’da Rönesans gerçekleşmişti. Bugün Avrupa’dan bir karşılık bekliyoruz.” Öyle de oldu, Türkiye Amerika’nın ardından, Almanya ve Avusturya’dan gelen seçkin aydınların sığındığı ikinci önemli ülke olmuştu. Bu bilim adamları, Türk yenilikçilerle birlikte çok iyi çalışabiliyordu.

Yolu Türkiye’ye düşenler arasında bugün referans olan birçok isim var. Ancak onlardan birine özellikle değinmek gerek: Ernst Reuter. Sonradan Batı Berlin Belediye Başkanı olacak Reuter’in siyasi hayatı 1935’ten sonra sürgünle devam etti. Önce İngiltere’ye giden Reuter, Türkiye’ye yerleşmeye karar verdi. (Ne kadar enteresan değil mi?) Ne kadar süreceği belli olmayan zor zamanlarda, London School of Economics’in değil de Ankara’nın yaptığı iş teklifinin sebebi, görevin üç yıllık olmasıydı. O zaman için ‘mimlenmiş’ isimleri bu kadar süreliğine misafir etmek, cesaret işiydi.

Ankara’ya gelir gelmez Türkçe öğrenmeye başladı Reuter, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinde derslerini Türkçe verdi; yani Türkiye’nin sonraki elli yılında görev yapacak valileri, kaymakamları, bürokratları yetiştirdi. Ancak 1946’nın sonunda ailesiyle birlikte Berlin’e dönebilen Reuter, bölünmüş Berlin’de siyasi hayatına kaldığı yerden devam etmeye niyetliyken, artık o kadar ‘bizden’ olmuştur ki Türk pasaportlu olduğunu iddia eden muhaliflerinin tepkisi şöyle olur: “Bir Türk Berlin belediye başkanı mı olacak?”

Eşi Yahudi olduğu için Almanya’da çalışması yasaklanınca Türkiye’ye gelip Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın şefliğine getirilen Ernst Praetorius’un her konserine gelen İsmet Paşa, Praetorius’un Almanya’da görünüşte boşanmış olduğu Yahudi eşi Kaete’nin Nazi Almanya’sını terk edebilmesi için destek sağlar. İsmet Paşa, yani son yıllarda faşist imalarıyla gazete köşelerinden saldırılan İsmet Paşa. Türkiye’ye gelen bu insanların aralarında Türk vatandaşı olanlar da oldu, hayatını Türkiye’de kaybedince Edirnekapı Şehitliği’nde defnedilen de. Düşünün!

Türkiye’nin sınırlı imkânlarla yaptıkları hakikaten dikkate değer. Dikkat ettikçe de son yıllarda yapılan haksız tanımlamalar daha bir göze batıyor. Yaşadığımız ülkeye küsmek veya düşman olmak yerine onu sevmemiz için yapmamız gereken şey, daha çok öğrenmek. Zira tarih her zaman aynı yere akmıyor. Ülkesini bırakmak isteyen insanların hayallerindeki ülke olmak için, bugün bu ülkeyi bırakıp gitmek yerine, daha sıkı sahiplenmek ve çalışmak gerekiyor.

Reiner Möckelmann’ın Ahmet Arpad çevirisiyle geçen yıl Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yayınlanan kitabı ‘İkinci Vatan Türkiye’yi muhakkak okuyun.

 

1 Yorum