Doğa sporlarına, yürüyüşe, dağcılığa, raftinge ve benzerlerine aşina olduğum söylenemez. Hatta bu konuda bayağı isteksiz ve sakar olduğumu saklamam da çok kolay değil. Geçtiğimiz hafta bir arkadaş grubu ile Doğu Karadeniz’e yaptığımız gezi bu tembelliğimi tescilledi. Herkes güzelliklerin peşinden yürürken, koşarken, tırmanırken ben, bir köşede, genelde gölgede oturup ya kitap okudum ya da uzun uzun düşündüm: Doğanın ihtişamını, bizlere sunduğu milyonlarca benzersiz güzelliği ve bizlerin, düşünen, muhakeme eden bir varlık olarak, ona karşı nasıl bir ihanet içinde olduğumuzu…
Yeşil ormanların, tepeleri bulut kaplı dağlarla buluştuğu, göllerin, her büyüklükte akarsuların, irili ufaklı şelalelerin bunlarla harmanlandığı bu güzel yurt köşesinden etkilenmemek mümkün değil… Doğa, öylesine cömert, öylesine yalın, öylesine naif ki, bunu ancak onu seyrederken, onu dinlerken anlayabiliyorsunuz.
İnsan elinin zevksizliğine, hoyratlığına, doğayı ele geçirme çabasına, onu ranta devşirme arzusuna rağmen, her gittiğimiz yerde, onun, karşısında diz çökülesi gizemine hayranlıkla boyun eğdik. Anlatılmaz, yaşanır diye bir deyiş vardır… Gerçekten görmek gerek, gerisi teferruat!
İnsan! Kendini bilgiç sayan, güçlü sayan, her şeye hükmettiğini sanan insanın, doğanın eşsizliği karşısında nasıl önemsizleştiğine tanık olmak da ayrıca, acı acı tebessüm ettirici bir duygu… Tepesi bulutlu yüce dağların arasında, patika yollarda, bir oraya bir buraya savrularak yol alan araçların içinde, kendisini bekleyen sınavlardan habersiz, avare, her attığı adımın kendisi için bir meydan okuma olduğunun ayrıtında olmadan, o dipsizliğin içine atlayan insan… Haddini bilmeden, ancak bir o kadar merakla, doğayı, gizemini keşfetmeye kendini adamış insan…
Bunları düşünürken, tanrısal güzelliklerin ifade bulduğu bu cümbüş içinde, naifçe, doğum ile ölümün bir arada yaşadığına eriyorsunuz… Güçsüz, geçkin, hastalıklı, yanlış olanın, o güzelliğin bekası için tasfiyeye tabi tutulduğunu kavrıyor ve buna hak veriyorsunuz… Bunun aksi, yaşamın, doğurganlığın devamını engeller, diyorsunuz ve şehirli olarak, doğanın seyrine karşı geliştirdiğiniz tüm sonradan olma dürtülerin saçmalığının farkına varıyorsunuz.
Çaresiz boyun eğiyorsunuz… Uzağından, kenarından, kıyısından yaşarken doğayı algılamakla, içinden geçerken onu anlamak arasındaki farkın büyüklüğüne eriyorsunuz. Gizemin - hatta tehlikenin - güzellikle iç içe geçmesi sizi derinden vuruyor. Her şeyin çok basit bir denklem üzerine kurulduğunun farkına varıyorsunuz. Siz, bizler, insanlar bu denklemde, kendimize yakıştırdığımız tüm ihtişamımıza karşın, neredeyse, değeri göz ardı edilebilecek kadar küçük, güçsüz kalıyoruz…
Son tahlilde, doğada herkesin uyum içinde kendisinden beklendiğini yaptığı sonucuna varıyorsunuz. Bu öylesine muhteşem bir mekanizma ki, kendi işleyişi içinde, ahengi bozanı saf dışı ediyor!
Yayladan aşağıya, tepelerin arasındaki vadilere, geçitlere oturan engin bulut denizine bakarken, o kocaman beyaz kütlelerin rüzgârın etkisi ile ağır ve emin adımlarla yer değiştirmelerini izlerken, işte öylesine dalıp gidiyorsunuz…