İstanbul artık anılarda kalacak

İnsanoğlunun ruhen en kırılgan olduğu anlar, gözlerinin önüne gelen, geçmişinin hatta çocukluğunun unutulmaz acı, tatlı hatıralarını düşündüğü zamanlar olsa gerek. Anıların geçtiği mekânlar ise, mutlu veya hüzünlü geri dönüşlerin en kalıcı fotoğrafını oluşturan ögeler olarak hafızaya kazınmış olmalı.

İvo MOLİNAS Köşe Yazısı
15 Mart 2017 Çarşamba

İnsanoğlunun ruhen en kırılgan olduğu anlar, gözlerinin önüne gelen, geçmişinin hatta çocukluğunun unutulmaz acı, tatlı hatıralarını düşündüğü zamanlar olsa gerek. Anıların geçtiği mekânlar ise, mutlu veya hüzünlü geri dönüşlerin en kalıcı fotoğrafını oluşturan ögeler olarak hafızaya kazınmış olmalı.

1960’ların sonuna doğru, parksızlıktan ve sahasızlıktan, mecburiyetten Kurtuluş Mahallesinin geniş arka sokaklarında futbol oynadığımız günlerde yoldan arada sırada geçen araçlar kadar neredeyse oyunun durmasını bekleyecek kadar sabırlı şoförlerini unutmak mümkün değildi. 1970’lerde ise Bağdat Caddesinin ortasında tek tük motorlu araçların arasında salına salına giden atlı arabalarla yaptığımız küçük seyahatler, çocukluk/gençlik anılarımızın en ayrıcalıklı yerlerinde bulunmayacak mıydı? Veya Sultansuyu’nun adeta sessizlik cennetine benzeyen o uçsuz bucaksız yeşil alanlarında uçurttuğumuz rengârenk uçurtmalarımızın özgürlük yolu arayışlarımızın en görkemli anıları olarak hafızalarımıza kazındığını fark etmeyecek miydik?

Sonra, şehirde nüfus patladı. Yoğun yapılaşma başladı. Rant peşinde koşan bilumum doğa düşmanlarının arzı endam etmesiyle çarpık yapılaşma başladı. Yeşil alanlarımıza göz koyuldu. Boğaz’ın her iki yakasında anılarımıza yerleşen yoğun yeşil alanlar zamanla yok edildi. Yetmedi, devasa gökdelenlerle sıkıştırdılar Dersaadet’i ve ona aşık olanları. Trafiğe, yolların artma hızından kat ve kat daha fazla oranda katılan araç sayısı ile oksijenimizi de çaldılar, zamanımızı da. Kaldırımlara park etmek normal bir vaka olarak kabul edilmeye başlandı. Elimizde kalan az sayıdaki parklar bile yeni yollar yüzünden kısmen yok edilmeye çalışıldı.

Ve gelinen noktada, dünyanın, içinden deniz geçen yegâne şahane şehri olan güzelim İstanbul dev bir köye dönüştü. Her anlamda nefes almak güçleşirken, her önünden geçilen mekân artık sadece anılarda yâd edilmeye başlandı. Binlerce İstanbullunun hafızalarında yer alan Karaköy Yolcu Salonu bile bölgedeki yeni devasa yapılaşma adına yıkıldı. Onunla birlikte anılarımız da denize döküldü. En korkuncu da daha nelerin yıkılacağını bilemiyor oluşumuz. Taksim’in ortasında hayalet gibi duran AKM’deki gençlik anılarımız ise yerlerde sürünmekte adeta.

Velhasıl İstanbul artık anılarda kalacak. Yeni oluşacak Dersaadet siluetine alışmak ise zaman alacak.

***

Ferzan Özpetek’in merakla beklediğimiz son filmi, ‘İstanbul Kırmızısı’, işte böylesi bir İstanbul yokoluşunu simgeliyor bir anlamda.

Boğaz kıyısında toplumsal dönüşüm ile birlikte kaybedilen dostluklar, aşklar, hatta mekânlarla birlikte gökdelenler arasına sıkışmış dar sokaklarda nefes almaya çalışan İstanbullunun psikolojik dramını anlatıyor.

“İstanbul artık eski İstanbul değil. Anılarda kaldı. Bu yüzden artık sokağa bile çıkmak istemiyorum” diyecekti eski İstanbul simgesi bir hanımefendi, filmde.

Her gün önünden geçerken göremediğimiz gökdelenlerin şehrin görkemli siluetini nasıl da çirkinleştirdiğini hatırlayacaktık filmin içine girdiğimizde. Ve yönetmenin yeni İstanbul tasvirinde hiç eksik etmediği tek öğe, bitmek bilmez inşaat sesleri olacaktı. Bugün gerek devasa inşaatların, gerekse de ‘kentsel dönüşüm’ adına yapılan yeni inşaatların çıkardığı makine seslerinin İstanbul’un martı sesleri gibi sürekli hale geldiğini de hatırlatacaktı Özpetek, güzel/çirkin ses karşıtlığına gönderme yaparcasına. Ne oksijeni kalacaktı, ne de doğal sesi güzelim şehrin. Hoyratça kendini belli eden ses kirliliği kulağımızda artık farkındalık bile yaratmayacak biteviyeliğe ulaşacaktı.

Lakin çok iyi biliyoruz ki, hayat, zaman gibi hep ileriye akar. Bu yolda değişimin kaçınılmaz olduğunu kabul etmeyenler hem gerçeklere karşı, hem de doğanın bu en temel yasasına karşı gelmiş olacaktı. Bu noktada herkesin sorması gerektiği tek sual, bu değişimin son tahlilde bireyin kendisine fayda sağlayıp sağlamadığı olmalı.

Ferzan Özpetek’in filminin sonu adeta eski/yeni İstanbul’un dönüşümünü simgeleyecekti. Senaryonun ana odağında bulunan ve satılığa çıkan tarihi yalının eşyaları beyaz örtülerle kaplandığında seyirci de eski İstanbul’un üzerine benzer beyaz örtülerin giydirildiğini hissedecekti.

Önemli olan o eşyaların nelerle değiştirileceğiydi. Yenilerinin ne olduğunu az, çok görmek üzüyor insanı ama dedik ya, değişim kaçınılmaz bu dünyada.

Ah’larla vah’larla eski İstanbul’u konuşmak fayda getirmeyecek. Yenisinin oluşturulmasında seyirciyi oynamak ve sürekli şikâyet etmek yerine katkı ve itiraz mekanizmasını çalıştırmak Dersaadet’e verebileceğimiz en anlamlı hediye olacak.

Eski İstanbul anılarda kaldı. Yenisi de bize ait olacak mı?