Gelir düzeyi beyin yüzeyi

Yoksulluk, herkesin yaptığını yapamamak, içine hapsolduğu çemberi aşamamak, aşacak yolu arayıp bulamamak, bulacağından umudu kesmek ve birçok durumda net bir güçsüzlük ve eksiklik hissi demek. Yoksulluğun omurgasını paraca yoksulluk ve düşük eğitim düzeyi oluşturur.

Yankı YAZGAN Köşe Yazısı
13 Ekim 2016 Perşembe

 TÜİK’in gelir dağılımına ilişkin yıllık istatistikleri yayımlandı. Üzerinde düşünmeye, konudan iyi anlayanlardan daha çok bilgi duymaya ihtiyaç var, ancak yorumculara da kulak vererek ilk öğrendiğim en üst yüzde 5’in geliri en alttaki yüzde 5’in 22 katı (2005’te 20 katıymış). Yoksul sayılan insanlarımızın oranı yüzde 30,3. Bölgeler arası eşitsizlik belirgin. Düşük gelirli kesimin başlıca zorlukları ise geçimin en temel birimleri olan konut masrafını karşılamakta ve borç taksitini ödemekte zorlanmaları. Eşitsizlik ve yoksulluğun değişik anlamları arasında beni en çok psikolojik, nörobiyolojik ve çocuk gelişimi açısından olan sonuçları ilgilendiriyor.

Yoksulluk, herkesin yaptığını yapamamak, içine hapsolduğu çemberi aşamamak, aşacak yolu arayıp bulamamak, bulacağından umudu kesmek ve birçok durumda net bir güçsüzlük ve eksiklik hissi demek. Yoksulluğun omurgasını paraca yoksulluk ve düşük eğitim düzeyi oluşturur.

Yoksul olduğunu söyleyen kişi bu kararı kendisinin bir önceki hâliyle kıyaslayarak vermez. Kendisi ile bir tür ortaklığı olanlara bakarak yoksul olduğuna karar verir.

O sebeple, zengin ile fakir arasındaki gelir uçurumunun genişlemesinden kaygı duyanlara teselli mahiyetinde söylenen, ötekilerin (fakirler) gelirlerinin de aslında artmış olduğu gerçeği, fakirliğin tesellisi olamaz. Uçurum genişlerken, gelirlerin aritmetik olarak artmış olması, geçmişe bakıp da şimdiki hâline şükredenleri bile, fakirliğin ruh hâlinden çekip çıkarmaya yetmez. 

Gelir eşitsizliği geçmişten miras

Geçmiş demişken, 1400’lü yıllarda, Bursa’da, kadıların vefatlar sonrasında yaptıkları servet tespitleri sırasında ortaya çıkardıkları döküme bir göz atmak faydalı. Halil İnalcık’ın ‘Osmanlı Tarihi’ kitabından:

“Halkın yüzde 26’sının varlığı, 20 altından az. Yüzde 58’i 20-200 altın arasında, yüzde 16’sı 200-2000 altın arasında, yüzde 1,3’ü ise 2000 altından yüksek bir varlığa sahip. Toplam nüfusun yaklaşık altıda biri epeyce iyi durumda… (Bunlara o zaman Beyaz Osmanlı mı deniyordu acaba?) Öteki Osmanlılar ise, değişik parlaklık (ya da matlık) düzeylerinde yaşayıp gitmekteler.

Altı yüz yıl öncesinin toplumsal bileşimini yansıtan bu sayılar, gelir uçurumlarının neredeyse aynı olduğu izlenimini vermiyor mu? Ama, uçurumların hep olmuş olması, uçurumların mevcudiyetini kanıksamamızın bir mazereti değil. Bu mazereti kabul etmemek için çok sebep var; en önemlisi toplumun ve gelecek kuşakların ruhlarının yoksulluğun ve eşitsizliğin yarattığı karamsarlık ve yetersizlik duygularıyla kararmasını istemiyoruz.

Eşitsizlik toplumun ayarını bozar, gelir dengesizliğinin yarattığı öfke ve mutsuzluk kendine hedef arar. Düşük sosyoekonomik statüde olma ‘stresi’ beyin dokusunda özellikle serotinin geninin çalışmasını ve amigdala fonksiyonunu bozarak negatif duyguya hassasiyeti arttırmasıyla depresyonun gelmesini kolaylaştırır (Swartz ve ark, 2016).

Yoksulluğun insan gelişimine olan etkisini gösteren bu ve benzeri bilimsel yayınlar giderek artıyor, yoksulluğu ruh sağlığını tehdit eden bir toplumsal sorun olarak görmemiz gerektiğini düşündüren bulgulara dayanarak hazırladığım ve bu hafta İstanbul’daki Suç ve Ceza Filmleri Festivalinde yaptığım sunumdaki bilgilerin bir kısmını burada ve kalanını da SlideShare.net/YankiYazgan’daki sunum notlarımda paylaşıyorum.

Yoksulluğun beyin gelişimini bozucu etkisi

1.099 çocuğun beyin görüntülerinin analizine bakılan önemli bir çalışma Nature Neuroscience’da yayımlandı (Noble ve ark, Mart 2015). Sonuçlar oldukça net: yıllık 25.000 dolardan az kazanan ailelerin çocuklarının beyin yüzölçümleri yılda 150.000 dolardan çok kazananlardan yüzde 6 daha küçük. Beyin kıvrımlarının çokluğu oranında artış gösteren beyin yüzölçümü bilişsel beceriler (öğrenme, muhakeme gibi) ile doğrudan ilişkili. Yoksulların kendi arasındaki kıyaslamalarda da gelir farklılıkları beyin boyutlarına yansıyor. Dil gelişkinliği ve karar mekanizmalarını ölçen bilişsel testlerdeki skorlar yıllık gelir düştükçe azalıyor.

Scientific American’daki yorum yazısında bir başka araştırmaya gönderme yapılıyor. Bir aylık Afrika kökenli Amerikalı bebeklerde yapılan (Martha Farah ve ark) çalışmaya göre ailenin gelir düzeyi ile beyin gelişimi göstergeleri arasındaki bağlantı hayatın ilk ayında bile mevcut. Bu kadar erken bir etkiyi, daha bildiğimiz anlamda yaşamaya henüz başlamışken ortaya çıkartan etkenler neler olabilir?

Annenin beslenme biçimi, gebelik dönemindeki stres, yaşama ortamlarında toksik maddelerin çokluğu gibi çevresel etkenler genetik yapı üzerinde olumsuz etkiler yaratarak beyin gelişimini aksatıyorlar.

Gebelik döneminde ‘iyi’ koşulların yaratılmasının gerekliliğini gösteren bu bulgular bir yandan da moral bozucu. Henüz hayatın ilk haftalarındayken bile kendilerinden daha varlıklı (aileleri olan) bebeklere göre geriden gelen bir gelişim çizgisinde olan yoksul bebeklerin geleceği nasıl olacak? Koşulların düzeltilmesi ile tersine dönebilecek bir kötü gidişten söz edebilir miyiz?

Anne-babanın yoksul kalsalar da güçlendirilmesi bir işe yarar mı?

Anne-babanın güçlendirilmesi ve bebeğin beyin/zihin gelişiminin düzeltilmesi için yoksulluktan kurtarılmaları yeterli olacak mı? Anne-babanın yoksulluğu parasızlık ile ilişkili problemler ortaya çıkardığı gibi, işsizlikle bağlantılı görülebilecek bir eksiklik olarak toplumda üretici bir rol oynayamama ciddi bir stres kaynağı. Bunun paralelindeki bağımsızlığını bir türlü kazanamama ise ‘düşük statü’lü’ ruh durumunun stresini pekiştiriyor. Bu öyle bir stres ki, toplumun en altında olmanın, ‘sürü’ den uzak düşmeye her an daha yaklaşmanın getirdiği bir yok oluş kaygısıyla beraberce yükseliyor. Stresin kimyasal iletkeni kortizol düzeyinin toplumsal statüsü düşük primatlardaki yüksekliğini depresif duygudurum bozukluklarında da sıkça görebiliriz. Kortizol’ün sürüp giden yüksekliğinin anne ya da babanın bellek ve muhakemesi üzerine olan negatif etkisi yanı sıra çocukta strese dayanıksızlık ve kolayca dağılabilme gibi etkileri var. Stres yoğunluğu ile karar mekanizmalarının zayıflaması arasındaki bağlantıyı aşmanın yolu küçük bebeklerde daha berrak; henüz zamanın, yıpranmanın etkileri devreye girmemiş.

‘Küçük kalmış beyin’lerin ihtiyaçlar karşılandığında olması gereken boyuta ulaşması mümkün değil mi? Tabii ki mümkün. Anne-babasıyla keyifli oyunlar oynayabilen bir bebek düşünün. Her an hem duygusal hem bilişsel olarak aldığı uyaranların hücre gelişimini sağlamasını bekleriz. Anne-babanın çocuklarıyla beraber zaman geçirmesi önerisinin tek hedefi de budur. Ancak her “çocuğunuzla zaman geçirin” deyişimizde iki soru karşımıza çıkar: Hangi zaman? Ne yapacağız? Gündelik koşuşturma içinde zaman ve mekân kavramlarını kaybeden (vücudun stres alarmı vermesi için bir başka sebep daha) anne ve baba bebekleriyle ne yapacakları ya da ne yapmaları gerektiğini bilemez hale gelmiş olabilirler.

Yoksul anne-babaların donanım eksiklerinin giderilmesi ve öğrendiklerini uygulayabilecek zaman ve mekân düzenlemeleri beyin boyutlarının ve dil/muhakeme mekanizmalarının ‘normalize’ olması için ilk adımdır.