“Ordunun Müslüman Alerjisi” masalı

Dr. Elif ULUĞ Köşe Yazısı
17 Ağustos 2016 Çarşamba

Cemaatin nasıl sızdığını anlatmak için bir masal üretildi: Askeriyede uzun zaman Müslüman alerjisi vardı, ordu içinde namaz kılanlara alerji olduğu için inançlı kimseler takiye yapmak zorunda bırakılıyordu. Öyle ya, ekseriyeti Müslüman olan orduda Müslümanlar zulüm görüyor, bir avuç azınlığın tahakkümü altında eziliyordu: Bu argümanın tarihte ne felaketlere yol açtığı aşikâr, uzatmaya değmez.

Sistemli bir okuma yerine kulaktan dolma bilgilerle üretilen sözüm ona argümanlar, altı doldurulamayan boş laftan fazlası değil. Ordunun, bu söylem tarafından eleştirilen karakteri, 1923’te ot gibi bitmedi. Cumhuriyet devrimlerinin çoğu gibi, Osmanlı’nın son dönemlerinde kökleri, ta o günden bir sürekliliği var. İşte bu sürekliliğin izini takip etmek, olan biteni daha iyi yorumlama şansı verecektir bize.

Osmanlı ordusunun belkemiği, lağvedilmesine kadar olan süre içinde, Bektaşilik idi. Kuruluş aşamasında din motifi, önemli bir yapıştırıcı ve moral motivasyon kaynağı idi. Ancak ocağın, yozlaşması anlatımları bir yana, zamana yenildiğini; devletin de zamana yenilmemek için bir şeyler yapmaya çabaladığını görmek gerekir. Bunun da kökleri yine Osmanlı’dadır. Yeniçeri Ocağı’nın lağvından sonra, önceki sistemden tamamen farklı saiklerle kurulan modern ordu, II. Mahmud imzası taşır. Muhafazakâr dostlarımız yalnızca II. Abdülhamit’i halife olarak anlamayı severler, oysa onun öncülü olan II. Mahmud da bir halifeydi ve dini öğretiyi temel alan bir ocağı lağvedip modern ordunun tohumlarını atmak bir halifeye nasip olmuştu. Demek ki mesele din diyanet meselesi değildi.

Ordunun içindeki cuntacılık/fraksiyonculuk, yalnız Cumhuriyet dönemine özgü bir durum değildi. Önceki yazımızda da belirttiğimiz gibi, bu dünya tarihinde hep var olageldi, Osmanlı tarihinde de benzer örnekler görmek bu bakımdan şaşırtıcı olmayacak. Cumhuriyet’e kadar asker kişilerin askerlik işini ikinci plana atmasının doğurduğu sorunları görmek, Cumhuriyet’in kurucuları için pek daha kolaydı, çünkü onlar bu süreklilikten haberdardılar ve tam olarak da bu yüzden yeni bir sistem kurmak istiyorlardı. Bu tarihsel sürekliliği izleyip gerekli dersleri çıkararak orduyu dizayn eden bu kadrolar, bugün çoğunluğa diz çöktüren bir avuç elit azınlık olarak anlatılıyor.

Oysa Cumhuriyet’in kurucuları arasında kaç paşazade var diye sorsanız, cevaplamak için uzun bir süre aramaları gerektir! Zaten askerlik, hiç de zengin işi değildir: Geçmişte de bugünkü gibi büyük çoğunluğu yine Anadolu çocuğu idi. Bu elitlik hikâyesi şüphesiz ki bir amaca hizmet ediyor, sivilleştirme söylemi gibi. En sonunda konu, ordunun sivilleştirilmesi, sivil ordu oluşturulması tartışmasına geldi ki bu tam anlamıyla bir oksimoron. Mevzu ordunun sivilleşmesi değil, askerin meşru sivil otoriteye itaat etmesi. Vakti zamanında ‘sivilleşen ordu’dan, esnaflaşan Yeniçerilerden bahsetmek gerek belki de.

Yalnızca devşirmelerden oluşturularak başlanan Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasına giden yol, bugün doğru yol diye gösterilen yoldan gidilmesiyle başlar. ‘Sivilleşen’ ordunun mensupları, kendini sivil hayatın içinde bulup esnaflaşır. Barış zamanları kentte ocakta silahsız olup, savaş zamanı sefere çıkan askerler, seferlerin azalması, dolayısıyla ganimetin düşmesi, ekonomik durumun kötüye gitmesiyle düşen ulufeler sebebiyle zaman içinde başkalaşır. Sokağa çıkan asker, aile kurup esnaf olur, ayrı bir kredi ve dayanışma ağı içine girer. Bu ağ, bugün lobi gibi tanımlayabileceğimiz bir çıkar grubunun oluşmasını sağlar. Diğerlerinden farklı olarak bu çıkar grubu silahlıdır; şehrin emniyetinden mesul kimseler, şehirliye korku salar hale gelmiştir, askerlikten başka işler yapa yapa. Başka deyişle, orduyu ana gayesinden uzaklaştırmak, kolayca öngörülemeyecek ve önü alınamayacak bambaşka sorunların doğmasına neden olmuştur. Sebepler farklı olsa da sonuçlar aynı olmuştur, ‘ordunun sivilleşmesi’ fikri kulaklarda bıraktığı tınıyı hak eden ciddi bir fikir değildir. Namesi hoştur sadece.

Bir yandan ticaretle haşır neşir olup esnaflaşan Yeniçeriler, bir yandan da padişahı belirleyecek hale gelirler zaman içinde. Hem sürekli hale gelen başarısızlıklar ve modern ordu kurma ihtiyacı, hem de padişahların artık iktidarda kendilerini güvende hissedebilmeleri için, bu isyanlar ocağın kaldırılmasını düşündürtür. Düşündürtür ama bunun için II. Mahmud’un saltanatının 17. yılını beklemek gerekecektir, çünkü bu kadar büyük bir hamleye cesaret etmek uzun süre mümkün olmaz. Olduğunda da yeni bir ordu denemesi III. Selim’in canına mal olur. Avrupai tarzda eğitim alan ve üniforma giyen yeni bir askeri sınıf olan Eşkinci Ocağı’nın kurulmasından üç gün sonra, yeniçeriler bu durumu protesto etmek için gösterilere başlar. Ancak II. Mahmud’un cevabı sert olur: Vaka-i Hayriye diye adlandırılan olayla Yeniçeri Ocağı topa tutulmuş, kaçmayı başarabilen Yeniçeriler dahi öldürülmüştür. Filmin sonunda yeni bir ordu belirir: Asakir-i Mansure-i Muhammediyye. Bu ordu Avrupa usulüyle düzenlenir, tümen, alay vb. bölümlere ayrılır ve ordunun eğitimi için Prusya’dan subaylar getirtilir. Yeni bir çağın başlangıcıdır bu.

Yeniçeri Ocağı’nın bu yeni ordudan temel farkı, dini öğretiyi merkezine almış olmasıydı. Bu, o ocağın mensuplarını birbirine kenetleyen, kendilerinden olmayanlara karşı kendilerini özel hissettirebilen, padişahların halledilmesinde örgütlenmeyi sağlayabilecek önemde olan bir unsurdur. İşte, muhafazakâr arkadaşlarımıza şaşırtıcı gelecek dilemma da tam olarak da budur: Dini ve sosyal bir öğretiyi ordunun dışına iterek modern bir sistem kurmak, ‘elit Cumhuriyetçilere’ değil, aynı zamanda halife olan bir Osmanlı padişahına nasip olmuştur. Yine arkadaşlarımızı şaşırtacak bir şey, II. Mahmud’un devleti modernleştirmek amacıyla attığı bir adımdır bu.

Hem bu vaka, hem de Cumhuriyet’e kadar olan diğer tecrübeler, ordu içinde yaşanan bölünmelerin ne fena olduğunu göstermiştir. Bu bölünmelere neden olabilecek herhangi bir unsurdan kaçınma amacı, Cumhuriyet’in ilanıyla gelen bir şey değil; aksine tarihten damıtıla damıtıla elde edilen kolektif belleğin bir ürünüdür. Her şeyi ‘Kemalistlerin dayatması’ gibi bir argümanla açıklamak, yanlışlıktan öte bir şey değildir.

Öte yandan orduyu lağvedip yeni bir ordu kurmak da her zaman alınacak bir risk değildir. ‘Hayırlı olay’dan bir yıl sonra Navarin’de donanmamız yakıldı, üç yıl sonra Ruslar Edirne’ye geldi, dört yıl sonra Yunanistan bağımsız oldu, altı yıl sonra da bir Osmanlı Valisi olan Kavalalı Mehmet Ali Paşa Konya’ya kadar ilerledi. Çağın gerisinde kalan bir orduyu iyi niyetle de olsa kaldırmanın sonucu, Osmanlı’yı İstanbul’u koruyamayacak hale getirdi.

Uzun lafın kısası, “dine düşman Kemalistler” saçmalığını bir kenara bırakıp ordunun geleceğiyle ilgili iyice ölçüp tartıp hareket etmek gerek. Akla ilk gelen fikir, her zaman en iyi fikir olmayabilir.