Bir bakışta Siyaset-Cemaat meselesi

Dr. Elif ULUĞ Köşe Yazısı
3 Ağustos 2016 Çarşamba

Günlerdir televizyonlarda cemaatin yaptıklarına şaşırmakla meşgul, sözüm ona uzmanlar. Sonuçta o uzmanlar bir cemaat neden öğrenciler için üniversiteye hazırlık kursu, işçiler için sendika, kalem erbabı için vakıf açar, neden banka kurup kredi ağı yaratır, neden kilit bakanlıklarda kadro kovalar, neden futbolu ele geçirmek ister diye sorgulamamış insanlar; şaşırarak anlatmaları normaldir. Onları geçiniz.

Oysaki her toplumsallaşma, siyasallaşmayı da beraberinde getirir. Bu durum ister istemez -bugünkü tabirle - cemaatler için de geçerlidir, geçmişte de yaşanmış dertlerden birini yaşıyoruz bugün; geçmişe bakıp anlayabilsek, bugün yaşamayacağımız bir dertti bu.

Cemaatlerle siyasetin ilişkisi son birkaç yılın vakası değil, en az bin yıllık bir hikâyedir. Türk halk İslam’ının en temel karakteristiği evliyalar, şeyhler, dervişler, babalar, abdallar yani mistik boyutlu bir İslam’dır. Tarikatların sosyal tabanı tahmin edilemez ölçüde geniştir, toplumun tüm tabakalarında yaygın bir katılım alanı vardır; tüm Osmanlı sultanları bir tarikata mensuptur.

Türklerin Anadolu coğrafyasında ve hatta Rumeli’nde ilerleme süreçleri de bu hikâyenin önemli bir parçasıdır. Sarı Saltuk’un hem Anadolu’da hem de Balkanlar’da pek çok makamının bulunması etkinin genişliğini çok güzel bir şekilde özetler. Hem Doğu’dan hem de Batı’dan gelen mutasavvıflar, Selçuklu ve Osmanlı atalarımızın yalnız manevi dünyalarını değil, içinde yaşadıkları dünyalarını da güçlü bir şekilde etkilemişti. 1925’te tekkeler kapatıldıktan sonra farklı bölgelerde bazı cemaatlerin adını duymaya başladık. Adı zaman içinde nasıl değişirse değişsin, itikatlarına göre nasıl farklılaşırlarsa farklılaşsınlar bu yapılar genelde benzer özellikler taşır: Bireysel olarak bir yola girersiniz, girdiğiniz yola giren başkaları da vardır ve yeni bir toplumsallaşma alanı inşa edilmiş olur. Bu yapıların bazıları olması gerektiği gibi din ve ahlak yolunda giderken, bazıları da isyancılığa, hatta kendi devletlerini kurmaya kadar ilerler.

Anadolu’nun Türkleşip İslamlaştığı dönem, tarikatların toplumsallaştığı dönemdir, sürekli karışıklıkların, istilaların olduğu, iç barışın bir türlü sağlanamadığı ve istikrarsızlığın uzunca bir süre devam ettiği dönemdir bu. Ancak o istikrar sağlandıktan sonra da, zaman geriye ilerlemez, tarikatların toplumsallaşması geriye dönmez: Bir kere toplumsal taban ve meşruiyet sağlanmıştır, iş bundan sonra bu yapıların siyaset kurumu tarafından nasıl yönetilip yönetilemeyeceği sorunu olarak karşımıza çıkar.

Siyasetle cemaatlerin ilişkisi dönem dönem değişir. Osmanlı tarihine yapılacak kısa bir bakış, siyasetle cemaatlerin ilişkisinin dönemlere göre nasıl evrildiğinin iyi bir özetini sunar. Osman Gazi’nin iyi bir savaşçı olduğu kadar iyi de bir siyasetçi olduğunu Şeyh Ede Balı’yla olan ilişkisi ve sonunda kızıyla evlenmesinden anlayabiliriz. Sonradan ağaç rüyasıyla mistikleştirilen bu olay, aslında kuruluş için çok önemli bir adımdır. Toplum nezdinde yaygınlığı ve saygınlığı olan bir yapının siyasal bir lider tarafından kullanılmasının en açık örneklerinden biridir bu.

Osmanlı’nın beylikten imparatorluğa geçiş sürecinde, gerek din âlimleri gerek mutasavvıflarla siyaset kurumu genel olarak iyi geçinmiştir, çünkü geniş bir ittifaka ihtiyaç duyulan zamanlardır. Başlangıçtan Fatih’e kadar olan dönemde gerçekleşen fetihlerde orduyu ve halkı motive eden en önemli unsurlar olarak Anadolu ve Rumeli’nin en ücra köşelerine kadar giden şeyhlerin önemli bir rolü vardır. Barkan Hoca’nın “İstila Devirlerinde Kolonizatör Türk Dervişleri” makalesine bakmak yeterlidir. Ancak çağın en önemli olayıyla, 1453’te İstanbul’un fethedilmesiyle kuruluş evresi tamamlanır, imparatorluk dönemine geçilir: Artık oyunun kuralları değişecektir.

Kuruluşta, evliliklere kadar giden sıkı bağlar, kurumsallaşmadan sonra araya konan mesafelere bırakır yerini. Devletin güçlü olduğu zamanlarda cemaatlerin, dini liderlerin “köşelerine çekilmesine” şahit oluruz. Örneklemek gerekirse, İslamcı/muhafazakâr çizgide siyaset yapanların bahsetmekten en çok hoşlandıkları Fatih Sultan Mehmed’in takındığı tutum yol göstericidir. Fatih, Molla Gürani, Molla Hüsrev ve Akşemseddin gibi isimlerden dersler alarak yetişir. Akşemseddin’i fetihten sonra Fatih’in şehre girerken kendisine yaptığı jestle anar, çoğunlukla da bunu anlatmaya bayılır muhafazakâr arkadaşlarımız. Oysa Fetih’ten sonraki ilk Cuma namazını da kıldıran Akşemseddin dahi İstanbul’da kalmak istemez, Göynük’e inzivaya çekilir ve orada vefat eder. O Akşemseddin ki Osmanlı’nın kuruluş evresinde Ankara’da etkili olan Hacı Bayram Veli’nin yolunun yolcusu, Bayramiliğin kurucusu olan Hacı Bayram’ın öğrencisidir. Çünkü Fatih imparatorluğun kodlarını koyuyordur, devlet yeni başkentine taşınmıştır ve yeni bir düzen kuruluyordur, bu düzende ağırlık tarikatlara değil, medreselere verilecektir. Haliyle Fatih’in hocası bile olsanız, Bayrami tarikatına mensup bir âlimseniz, şehir basacaktır sizi, çünkü siyaset baskın gelmiştir. Öyle ki Molla İlahi de bu atmosferden çekinip hacca gidecektir ve bu hac Fatih vefat edene dek, tam 40 koca yıl sürecektir.

İstanbul’da ilk tekkelerin açılması için II. Bayezid’i beklemek gerekecektir, ancak buradan da öyle başıboş, her aklına esenin tekkesini açtığı izlenimi edinmemek lazım. Çünkü tarikatların Osmanlı İmparatorluğu sınırlarında her türlü otoriteden azade yapılandığı, yayıldığı, büyüyüp genişlediği iddiası ciddi anlamda tartışmaya açıktır. Tekkelerin faaliyetleri devlet kontrolü altındadır, kimler tarafından hangi kaynaklarla kurulduğu, kimlerce desteklendiği başta olmak üzere faaliyetleri ciddi bir takibat altındadır. Velev ki kontrolde bir kayıp veya kaynaklarda bir istismar olmuştur, bugünküne yakın şeyler görülür: Tarikatlar Osmanlı’da da kapatılmış, bazılarının şeyhleri ya idam edilmiş ya sürgüne gönderilmiş, dervişleri de dağıtılmıştır. Sınır açık ve nettir, “haddinden fazla” güçlenen veya devlet kurumlarına sızmaya çalışan tarikatlara müsamaha gösterilmez.

Gösterilmez, ama zayıflama baş gösterince bünyede, ne kadar gösterilmese bile karşı bir şey yapılacak güç bulunamadığı zamanlar olur. 17. yüzyılın meselesi, geçtiğimiz haftalardaki yazılarımdan birinde ele aldığım Kadızadeliler böyle bir durumdur. Tam da devletin en çok güçten düştüğü anda isyan eder Kadızadeliler. Güçlenmeleri de yine devletin zayıflığından faydalanmak vasıtasıyladır. Tüm bunlar ışığında bugüne baktığımızda görünen şey açıktır, bugün başımıza gelen 15 Temmuz musibetinin sebebi devletin zayıflaması, zayıflatılmasıdır. Türkiye’yi kuran ve ayakta tutan değerleri kaybetmekle başladı her şey.