Sean Penn’den derin düş kırıklığı

‘THE LAST FACE’ Liberya´daki iç savaş sırasında iki doktorun imkanız aşkına odaklanıyor

Viktor APALAÇİ Sanat
27 Temmuz 2016 Çarşamba

Dünyada yaşanan insanlık dramlarının durması için sayısız çabası takdir edilen, iyi niyetli ve samimi çalışmaları ile bilinen Sean Penn, Afrika’da yaşanan bir katliamı anlatan bu filminde senaristinin azizliğine uğruyor. Fazla uzun, tekrarlara düşen, dağınık, kafası karışık ve etkileyici olmaktan uzak bu senaryodan iyi bir film çıkarmak imkânsız. Yan karakterlerin iyi işlenmediği, inandırıcı olamayan filmde, Charlize Theron ile Javier Bardem’in çabaları yetersiz kalıyor. Bu filmin çekimi sırasında başlayan Penn- Theron aşkı çok konuşulmuştu. Filipinli Brillante Mendoza ‘Ma’ Rosa’da ülkesi polisinin yozlaşma öykülerini sürdürürken, toplumu kangren eden sefalet ve bürokratik yozlaşmaya kamerasını uzatıyor.

İNSAN HAKLARI SAVUNUCULARININ MİLİTAN ÖNCÜSÜ

69. festivalin merakla beklenen filmi, programın sonlarında yer alan, Sean Penn gibi karizmatik bir yönetmenin, Charlize Theron ve Javier Bardem ile birlikte çektikleri ‘The Last Face’ idi.

Oscar ve Altın Küre Ödülleri sahibi Sean Penn, dünyanın en prestijli üç festivalinde En İyi Aktör Ödülü’nü kazanmış tek sanatçı. Clint Eastwood’un ‘Mistic River’ında (2004) ve Gus Van Sant’ın ‘Milk’inde (2009) iki kez En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Oscar’ını kazanan S. Penn, 1997’de Cannes’da ‘She’s So Lovely’ ile 1995’te Berlin’de ‘Dead Man Walking’ ile, Venedik’te 2003’te ‘21 Gram’ ve 1998’de ‘Hurlyburly’ ile (iki kez) En İyi Erkek Oyuncu seçilip, sinema tarihinin en iyi oyuncuları arasında gösterilen bir sanatçı.

Dünyada yaşanan insanlık dramlarının durması için sayısız çabası takdir edilen Sean Penn’in Afrika’da yaşanan katliamın ortasında işlerini yapan iki sağlık görevlisinin aşkına odaklanan ‘The Last Face’e sempati ile bakılıyordu.

Ancak filmin gösteriminden sonra merak duygularının yerini derin bir düş kırıklığı aldı. Ne yazık ki Sean Penn bir kadın senaristin azizliğine uğramıştı.  Erin Digman’ın elinden çıkma senaryo fazla uzun, tekrarlara düşen, dağınık, kafası karışık ve etkileyici olmaktan uzak bir metin idi.

 Sean Penn, yönetmenlik de yapan Erin Digman’ın 1997 tarihli ‘Loved’ adlı filminin başrolünde oynamıştı. Batı dünyasının insan hakları savunucularının militan öncüsü, iyi niyetli ve samimi çabalarıyla bilinen Sean Penn, Afrika’da yaşanan bir katliamı anlatan ‘The Last Face’ten, kariyerini tehlikeye atan bir başarısızlıkla ayrılıyordu.

Liberya’daki iç savaş sırasında geçen konusuyla film, bir ulusal yardım kuruluşunun yöneticisi olarak çalışan Dr. Wren Petersen (Charlize Theron) ile deneyimli cerrah Dr. Miguel Leon (Javier Bardem) arasında gelişen aşk öyküsüne odaklanıyor.

Katledilen binlerce göçmenin ve Güney Sudan ile Liberya arasındaki iç savaşın göbeğinde, bu iki insancıl doktor, acıların dinmesi için, kısıtlı imkânlar içinde mücadele verirler.

Görevlerine ve birbirlerine bağlı olarak başlattıkları bu mücadelede, Wren ve Miguel savaşın tırmanmasıyla bazı yöntemlerde fikir ayrılıkları yaşarlar. Bu fikir ayrılığını aşmak için çabaları yetersiz kalır, aşkları tehlikeye girer ve filmin finalinde ilişkileri sona erer.

KÖTÜ SENARYODAN İYİ   FİLM ÇIKMAZ

70’li yıllarda politik konjonktür ile bir aşk öyküsünü birleştiren çok sayıda kaliteli Amerikan filmi çevrilmişti.

Günümüzde jeopolitik ve insancıl konulara gönül vermiş, Sean Penn’in de aralarında bulunduğu sanatçı ve düşünürler, yaşanan dramlara ayna tutan etkinliklere imza attılar. Afrika’nın Sudan ve Liberya gibi fakir yörelerinde kıyımlar ve savaşın yol açtığı insanlık dramlarına ilgisiz kalamayan sanatçıların içinde Sean Penn de var.

Yönetmen ‘The Last Face’de, imkânsız bir aşkın aracılığıyla, Afrika’daki iç savaşın dehşetini anlatıyor.

Ancak kafası karışık bir senaryoya uyum sağlarcasına, Sean Penn yetersiz mizanseni ile düş kırıklığı yaşatıyor.

Örneğin ‘flash-back’ler aracılığıyla anlatılan sahnelerde filmin iki kahramanının ilişkisinin hangi dönemini anlattığını kestirmek güç.

Yan karakterler senaryoda yama gibi duruyor. Fonksiyonu olmayan Dr. Love rolünde, Jean Reno sırf oyuncu kadrosuna prestijli bir isim katmak amacıyla filme dâhil edildiği imajını veriyor. Gözüktüğü az miktarda sahnede, Reno, “Benim burada ne işim var?” der gibi duruyor.

Başroldeki Dr. Wren’in kuzini Ellen’in (Adéle Exarchapoulos) filmin finaline doğru yaşadığı söylenen dram hiç de inandırıcı değil. Film basın gösteriminde uzun uzun yuhalandı. Eleştirmenler ‘The Last Face’in tam bir fiyasko olduğu konusunda birleştiler. “Bu filmi izledikten sonra, benzer bir konuyu işleyen, Cannes’da 2014 yılının yarışma filmi, ‘The Search’ başyapıt gibi duruyor” diyen eleştirmenler çıktı.

Michel Hazanivicius’un (başrolünde eşi Bénerice Bejo’yu oynattığı) filmi Rusların Çeçenistan’da giriştiği insanlık dışı katliamı perdeye getiriyordu.

Çok kişi “bu filmin yarışmada ne işi var?” sorusunu sordu. Buna verebilecek tek makul cevap, seçici kurulun filmin galasında, Sean Penn, Charlie Theron ve Javier Bardem gibi üçü de Oscar’lı prestijli isimlerin kırmızı halıda birlikte geçmelerini sağlayıp, festivalin vitrini için olumlu bir imaj oluşturacağını düşünmüş olmaları.

Biraz dedikodu: 2014’te filmin çekimi sırasında başlayan Charlize Theron- Sean Penn arasındaki aşk 2015 baharında sona ermişti. İkili filmin galasında, basın konferansında yan yana gelmemeye özen gösterdiler.

Basın toplantısında Javier Bardem ile Adéle Exarchopoulos, 1,5 yıldır diyalogu olmayan, yönetmen ile başrol oyuncusunun arasına oturarak, durumu kurtarmaya çalıştılar.

Bir gazeteci geride kalan aşk ilişkisinin filme etkisini sordu. Penn pişkinlikle “Çekimler başladığında aşk hikâyesi daha başlamamıştı” diyerek soruyu geçiştirdi. Sean Penn evvelce Madonna ve Robin Wright ile iki evlilik yaşamıştı.

Güney Afrikalı güzel aktris Charlize Theron 2003’te ‘Cani/Monster’ ile En İyi Yabancı Kadın Oyuncu, partneri İspanol Javier Bardem 2007’de Coen Kardeşlerin ‘İhtiyarlara Yer Yok/ No Country For Old Men’i ile En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Oscar’ı kazanan iki süper star.

‘The Pledge’den 14 yıl sonra ‘The Last Face’ ile Cannes’da yönetmen olarak yarışan Sean Penn, ABD yönetiminin sert muhalifi olup, Amerikan devlet politikasının yanlışları üzerine ABD halkına yönelik bilinçlendirme çalışmalarıyla tanınıyor.

 

FİLİPİN’DE POLİS YOZLAŞMASI

Filipinli Brillante Mendoza Cannes seçici kurulunun gözde bir yönetmeni. İlk kez Cannes’a Yönetmenlerin 15 Günü’ne John John ile 2007’de gelen Mendoza, ertesi yıl ‘Serbis’ ile ana bölüme terfi etti. 2009’da ‘Kinatay’ ile En İyi Yönetmen Ödülünü aldı.

Bu filmde yozlaşmış polis teşkilatının işlediği bir cinayeti anlatan Mendoza, bu yıl ‘Ma’ Rosa’ ile Filipin toplumunu kangren eden sefalet ve bürokratik yozlaşmaya kamerasını uzatıyor. Dört filminde yer alan, fetiş oyuncusu, orta yaşlı tombul aktris Jaclyn Jose’ye, Mendoza Ma’ Rosa rolüyle En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü kazandırıyor.

Manila’nın fakir bir kenar mahallesinde geçen konusuyla, filmin odağında dört çocuklu Reyes ailesi var. Ailenin temel direği Ma’ Rosa, tembel kocası Nestor ile sahip oldukları mütevazı bakkal dükkânı ile geçinemedikleri için ek iş olarak uyuşturucu ticareti yaparlar.

Polisin suçluları muhbirliğe zorladıkları bu ortamda, ailenin büyük oğlu Castor’un en yakın arkadaşı, babasını polisin elinden kurtarmak için Reyes’leri ihbar eder.

Polisin tutukladığı Ma’ Rosa ve Nestor’un serbest bırakılması için, hem uyuşturucuyu satın aldıkları şahsı ihbar etmelerini, hem de çocuklarının 50 bin peso (üç bin TL karşılığı) bulup getirmelerini şart koşar. Bu onlar için bir servettir.

Film, çocukların aile dayanışması, en küçük bireyin fuhuş yapması sayesinde bu paranın denkleştirilmesini anlatıyor.

Polisin halka uyguladığı manevi ve fiziksel baskı, karakoldaki yaptıkları izlenmesi zor işkence sahneleriyle, rüşvet mekanizmasından pay alanların dayanışma içinde olduğu yozlaşma sekanslarıyla, film Filipin toplumunu kemiren ahlaksızlığı gözler önüne seriyor. Mendoza, gerçek süresiyle anlattığı rüşvet parasının denkleştirilmesi olayını, polislerin tutukluları birer oyuncak haline getirmelerini gerçekçi bir dille anlatıyor.

Kamera omuzda çalışma prensibini bu filmde de sürdüren Mendoza’nın titrek görüntülerini izlemek tam bir işkenceye dönüşüyor. Zayıf sinematografisiyle itici bir film olan ‘Ma’ Rosa’, gerçek hayat öyküsünden esinlenen konusu ve ülke polisinin yozlaşmasını sergilemekteki cesareti ile izlenmeyi hak eden bir film oluyor.