Vox Populi

Riva ŞALHON Köşe Yazısı
27 Temmuz 2016 Çarşamba

Birinci Dünya Ülkeleri’nde son yıllarda politik bir değişim baş gösterdi. Mevcut hükümetler, ülkedeki sözde eşitsizliklerle ilgili tavır almakta isteksiz veya yetersiz davranınca, ortaya yeni yetme, sonradan olma söylemler çıktı. Vox Populi (halkın sesi) diye bahsedilen yeni bir bakış açısı gelişmeye başladı. Hâlbuki halkın eşitsizlik olarak gördüğü, zamanında birinci dünyaya göç edip kendileri gibi yaşama hakkı elde etmiş grupların edindikleri haklardı. Ekonomik durgunluk, avam tabakanın endişelenmesine ve globalleşmeden korkmasına neden oluyordu. Yabancı fobisi baş göstermekteydi. Ayrıca mevcut yönetimlerin kendilerini temsil etmediğini düşünüyorlardı. Vox Populi’ye örnek olarak, İngiltere’nin AB’den çıkma kampanyası, Donald Trump’ın ‘Amerika’yı tekrar yüce yapacağız’ kampanyası, aşırı sağcı Marine Le Pen’in cesurca milliyetçi söylemlerde bulunmasını sayabiliriz. Aynı bağlamda, Suriyeli göçmenlerin Avrupa’ya girmesine direnç gösterilmesi de sayılabilir. Halkın sesi olarak lanse edilen bu söylemler, globalleşmenin geleceğini tehlikeye atmakta.

Ancak, globalleşmenin ekonomik bir tehdit olmasının evveliyatına bakmak gerek. Önce biraz tarih: Dünya haritasını Birinci Dünya, İkinci Dünya ve Üçüncü Dünya Ülkeleri olarak kabaca bölen bir tarif vardır. Birinci Dünya, gelişmiş, kapitalist ve endüstriyelleşme sürecini tamamlamış ülkelerdi. (Kuzey Amerika, Batı Avrupa, Japonya, Avustralya)  İkinci Dünya, Doğu Bloku dediğimiz komünizmi benimsemiş Sovyetler Birliği ile müttefik olan ülkelerin tamamı idi. Geriye kalan bütün kara parçalarına da Üçüncü Dünya deniyordu. Üçüncü Dünya ülkeleri, endüstriyel devrimi gerçekleştiren Avrupa tarafından, kaynakları istismar edilen ülkeler oldular. Sömürgecilik anlayışında o ülkelerin halklarının kontrol altında tutulması, varlıklarına el konularak kendi evrimlerini geçirmelerini engelleme veya erteletme vardı.

Yani, günümüzde eşitsizliğe uğradığını düşünen her kara ve deniz Avrupası evladı, eşitsizliği bizzat uygulamış atalara sahiptir.

Birinci Dünya Ülkeleri’nde son yıllarda fazlası ile gerçekleşen düzen bozucu aktiviteler, iki yüzyıl kadar birikmiş ezilmişliğin tek bildikleri şekil ile dışa vurumudur. Tek bildikleri şekil de kan dökmek olduğu için aklı ve mantığı gelişmiş toplumlara korkutucu ve nefret uyandırıcı görünmektedir.

Kısaca demek istediğim şu: Eşitsizlik her zaman vardı. Eşitsizlik eskiden başka coğrafyalardaydı. Sonuçları herkese refah sağladığı için pek de önemsenen bir konu değildi. Halkın sesi olarak yansıtılan ‘eşitsizliğe son’ söylemleri sadece kuyruk acısı başlayınca Birinci Dünya Ülkelerinin gündemine girmeye başladı.

Eskiden ‘ezilen halkların sesi’ olduğunu savunarak güç sahibi olanlar sadece Üçüncü Dünya Ülkeleri idi. Şimdilerde ise, gerek yavaşlayan ekonomi, gerek devletsiz grupların yarattığı baskı gelişmiş toplumları da halkçı söylemlere ve düşmanlığa sevk etmekte. Aşırı milliyetçiliğin tekrar baş göstermesi bu yüzden olabilir.

Her toplum kendi mağduriyeti kadar eşitsizliğe duyarlı sadece... Mağduriyeti olmayan sesini çıkartmıyor. Hatta bildiklerini görmezden geliyor. Kendi çıkarına uygun söz ve eylemleri meşrulaştırmayı seçiyor. Liderlerinin her dediğini hoş görüyor.

Ancak unutmamak gerek ki, eşitsizlik her zaman vardı. Sadece ucu dokunduğu zaman ses vermek, toplumsal kucaklaşmayı imkânsız hale getirmekte…