Kuledeki prenses -1-

Prenses Solima çok rahatsızdı. Tam olarak hasta değildi ama çok hüzünlü ve kaygılıydı. Babası Kral Süleyman buna çok üzülüyordu. Vezirlerini ve sihirbazlarından prensesin hastalığına çare bulmalarını istedi. Öykümüz bundan sonra yaşananlarla ilgili…

Sara YANAROCAK Kavram
4 Mayıs 2016 Çarşamba

Prenses kendi devrinin en güzel kızlarından biriydi. Saç bukleleri altın çileleri gibiydi. Mavi gözleri eşsizdi. İlkbahar günlerinde parıldayan gök mavisi rengindeydi. Gülüşü ise, ışık saçan güneşten daha sıcak ve tatlıydı. Prenses çok zeki ve kültürlüydü. Kalbinin güzelliği, dış görünüşünün güzelliği ile yarışa çıkmıştı sanki. Bütün bunlara rağmen,  Prenses Solima mutlu değildi. Umutsuzluk onu pençesine almış, sefil bir ruh durumunun pençesinde kıvranıyordu. Onun bu melankolik hali babasını çok üzüyordu.

“Sevgili kızım, seni bu kadar rahatsız eden şey nedir?” diye yüzlerce kez sorduğu halde, kız cevap vermiyor ve sıkıntılı bir halde susup oturuyordu. Doktorlar hastalığın ne olduğunu anlamıyorlardı, çünkü prenses görünüş olarak çökük ve hasta değildi, kilo da vermiyordu. Ağlayıp,  ağrılarından şikâyet etmiyordu. Sadece yüreğinde bir ağırlık hissediyordu. Ne yaparsa yapsın, içi ferahlamıyordu.

Kral omuzlarını dikleştirdi. Artık karar alma zamanıydı. Korkularını belli etmeden, vezirlerini ve sihirbazlarını yanına çağırdı. Prenses Solima’nın problemlerini çözmeleri için tüm marifet ve hünerlerini ortaya dökmelerini ve prensesin gizemli hastalığına çare üretmelerini istedi.

Garip görüntülü bir grup, kralın karşısında yarın daire şeklinde dizilmişlerdi. Bunlar; Mısır’dan gelen, kambur bir cüce olan, ünlü bir astrolog, Çinli, sarı tenli, çekik gözlü bir sihirbaz, yüzünün yarısı siyah kalın sakalıyla gizlenmiş, çatık kaşlı, Arabistan’dan gelen bir simyacı, bir Yunanlı, bir İranlı ve bir de Fenikeli üç kişi daha. Bu son üçü çeşitli konularda uzmanlaşmış, ama görünüşleri korku verici tiplerdi. Hepsi aynı zamanda çalışmaya koyuldular. Birisi yıldızları incelemeye, ikincisi tatlı kokulu iksirler kaynatmaya, üçüncüsü ormanda derin düşüncelere dalmaya başladılar. Dördüncüsü karmaşık hesapların şekillerin ve sayıların içinde yüzüyordu. Beşincisi prensese hizmetçi kızlardan bahsediyordu. Altıncısı prensesle güzel konuşmalar yapıp onu etkilemeye çalışıyordu. Bu adam çok özel bir büyücüydü ve diğerlerine göre epeyi fazla bilgi edinmişti. Daha sonra hepsi bir araya gelip ortak bir karar almak istediler. Nedir ki hepsi farklı dillerde konuştuklarından, birbirlerini kesinlikle anlamıyorlardı. Ama anlıyormuş gibi, ciddiyetlerini koruyorlardı. Bir tanesi yıldızların sıralanışını anlattı. Diğeri cam küresine gözlerini dikip, ateş böceklerinin bir hipopotam ile yarıştığını, eğer yarışı ateş böcekleri kazanırsa prensesin öleceğini söylüyordu. Diğer bir sihirbaz krala, “Saçmalık” diye haykırıyordu.

“Bunlar aynı şeyleri yetmiş farklı dilde söyleyip, birbirlerini kesinlikle anlamıyorlar. Aralarında münasebetsiz yorumlar ve kehanetlerde bulunup, ciddiyetle ve anlamadan kafa sallıyorlar” diyordu.

“Prenses artık çok yorgun. Bu adamlar buraya ün sahibi olmak ve çok para kazanıp, zengin olmak için geldiler. Kız artık ellerinin ve ayaklarının incelenmesinden bıkkınlık getirdi. Kendini hasta hissediyor. Kesinlikle çocuk yerine konmak istemiyor. O aslında kendi kafasına uygun birini istiyor. Siz ise onu bu saçmalıklarla bunaltıyorsunuz. Bu iş için duygusallık, önsezi, ileri görüşlülük vs. lazım” derken, bazıları ellerine sözlük alıp, bu son sözlerin manasını anlamaya çalışıyorlardı. Diğerleri ise esnemeye başlamışlardı. Kendilerini savunmak için gerekli sözleri arıyorlardı. En yaşlı vezir, sihirbazın sözünü kesti:

“Size katılıyorum, bence de bu duruma tanı koymak gerekirse, kısaca prenses âşık olmak istiyor” dedi. Hepsi telaşla bir ağızdan konuşmaya başladılar. Sonuç olarak hazırladıkları raporda, prensesin derhal evlendirilmesi gerektiği yazıyordu. Damat başka bir ülkeden olmalıydı. Böylece prenses değişik insanların içinde yaşayacak, yeni adetler, yeni eğlenceler, değişik manzaralar görecekti ve morali düzelecek, iyileşip mutlu hissedecekti.

Kral bu raporu gönülsüzce kabul etti. O, sevgili kızının yanından ayrılmasını ve uzaklara gitmesini hiç istemiyordu. Tellal ve habercilerle uzak, yakın her yere fermanlar gönderildi. Kısa bir süre sonra talipler ve maiyetleri ülkeye sökün etmeye başladılar. Damat adayları teker teker, prensesin önünden geçip, onunla konuşup, kendilerini tanıtmaya başladılar.  Hepsinin değişik görünümleri ve renkleri vardı. Bazıları değerli mücevherler takmışlar, görkemli giyinmişlerdi. Bazıları arkalarından peşi sıra gelen, ellerinde değerli hediyeler taşıyan köleleri ile birlikte gelmişlerdi. Çoğu yanlarında vekilleri ile duruyor, sanki bir yarışa katılmış izlenimi veriyorlardı. Vekillerini önden gönderiyor, eğer onlar prensesi beğenirlerse vakit kendileri saraya geliyorlardı. Bu tipler daha en baştan reddedilmişler ve yarış dışı bırakılmışlardı. Tüm talipler gelip önce prenses, sonra kral tarafından görüldükten sonra, kral kızına dönüp; “Sevgili Solima, lütfen bunların içinden seveceğin birini seç artık…”dedi. Kız; “Hiç biri” diye cevapladı. Kral; “Sevgili çocuğum, bu çok utanç verici bir şey. O zaman bütün hediyeleri iade etmemiz gerekecektir “dedi. Solima bu lafların hiç birinden etkilenmedi. Ne babasının aptalca sözleri, ne de saray erkânının alaycı bakışları umurunda değildi. Babası büyüyen öfkesine hâkim olamayarak bağırdı:

“O zaman bana söyler misin, sen ne istiyorsun?” Genç kız,

“Ben her hangi biri ile evlenmek istiyorum” deyince kral bu aptalca görünen cevaba ne diyeceğini düşündü. Kızı ne demek istiyordu? Bunun cevabını ona kim anlatabilirdi? Kral aslında yeterince akla sahipti. Kızının söyledikleri biraz aptalca olsa da, duygusal davranıyor olabilirdi. Belki kızın ruh durumu çok hassastı. Kral nazikçe: “Sen prenses olduğunu unutuyorsun. Senin değerinde biri…”

 Solima, “Her hangi biri değildir!” diyerek babasının sözünü kesti ve devam etti:

“Beni dinle sevgili babacığım. Sen beni her zaman mutlu etmeye çalıştın ve bir süre öncesine kadar bunu başardın. Bana seçeceğin bir koca adayı için sana peki diyebilirim. Ama dürüst ol lütfen, beni bu aptal sürüsünden biriyle mi evlendirmek istiyorsun? Lütfen kızma ama bunlardan bir tanesinde bile zekâ parıltısı yok. Hatta basit bir zekâya bile sahip değiller. Bunların hepsinin gülünç züppeler olduklarının farkında değil misin? Dur sana tek tek sayayım. Bunlardan biri Prens Hafız’dı. Bana sadece katıldığı savaşlardan, askerlerinden, karılarından ve çocuklarından bahsetti. Askerlerinin hepsi de insan kasabı.. Ben barış olmayan bir ülkenin kraliçesi olmak istemiyorum.”

“Sıra Prens Aziz’e geldi. Aziz’in hayatı atlar, köpekler ve şahinlerden ibaret. Bütün gün avlanıyor. Üstelik bununla da böbürleniyor. Hayvanlarının ihtiyaçları hakkında derin bilgi sahibi ama kendi insanlarının, halkının ihtiyaçları umurunda bile değil. Ben halkının yoksulluğunu ve ihtiyaçlarını umursamayan, kendini vahşi hayvanları avlamaya adamış bir adamın karısı olmak istemiyorum. Prens Guzman’ın beni çekecek tek bir yönü yok. O sadece mücevher ve giysilerden zevk alıyor. Prens Abdül, sadece o gün içeceği değerli şaraplarla ilgileniyor. Kendi ülkesinde kaç tane okul olduğunu sordum. Bundan haberi bile yok. Prens Hasan ise kendi ülkesine karşı tamamen ilgisiz. Halkından haberi bile yok. Kim ticaret yapar, ne iş yapar, hırsız mı, dilenci mi? Haberi bile yok…”

Kral Süleyman kızını dikkatle dinlerken, onun ne kadar derin fikirli ve bilgelikle dolu olduğunu gururla fark etti. Prenses Solima, birdenbire durdu ve gözyaşlarına boğularak haykırdı:

“Off, yeter artık. Çok yorgunum. Ben halkını refah içinde yaşatmayı düşünmeyen bir adamla evlenip, çocuk sahibi olmak istemiyorum. Ben halkını sadece kendi gücünü göstermek için kullanan bir kralın ülkesinde kraliçe olmak istemiyorum. Ben ülkesinin, halkının çıkarlarını ön planda tutan, onların mutlu, refah içinde ve barış dolu bir ülkenin idarecisi ile evlenip, eşimle gurur duymak istiyorum” diyerek taht salonundan ayrıldı. Kral danışmanlarına bakarak:

“Benim kızım, kendi çağından birkaç yüz yıl önce doğmalıymış” derken sesi tatsız ve aksiydi. Yıldızlar bana oyun oynadılar. Benim sekiz nesil önce yaşayan bir büyükannemin ruhunun, kızımın bedenine girmesine ve onun gibi düşünmesine neden oldular” dedi. Saray müneccimleri bu sözlere gülmediler. Çünkü kral haklıydı. Onlar yıldızlara baktıklarında ve kristal kürelerini incelediklerinde, Prenses Solima’nın ileride bir gün, yoksul bir adamla evleneceğini söylemişlerdi. Kehanet galiba gerçekleşecekti.

Sonunda Kral Süleyman’ın sabrı tükendi. Çaresizlik ve kızgınlıktan köpürmüş bir halde, kızına vezirlerin ve müneccimlerin sözlerini aktardı. Kız ise yalnızca, “Ne kadar güzel…” diye cevapladı. İşte o anda kral, kızını denizin ortasında bulunan küçük bir adadaki kalenin kulesine hapsetmeye karar verdi. Kral önce kuleyi lüks ve rahat bir şekilde döşetti, kızı için rahat bir oturma salonu düzenletti. Bir gece yarısı prenses gizlice adadaki kuleye götürüldü. Babasının bu iğrenç davranışına karşın, hiçbir itiraz belirtisi göstermedi. İçinden şöyle düşünüyordu; “Bir gün mutlaka özgürlüğüme kavuşacağım. Bu saçma sapan sarayda yaşamaktansa, böyle olmayı tercih ederim” deyip teselli arıyordu.

 Devam edecek…

Kaynak Aunt Naomi’s Stories: Gertrude Landau/1929