Festivalin öne çıkan filmleri

35. İstanbul Film Festivali’nin jüri üyelerinden İsrailli aktör Lior Ashkenazy ile keyifli bir kahvaltı sohbeti.

Viktor APALAÇİ Sanat
20 Nisan 2016 Çarşamba

İsrailli kadın yönetmen Yaelle Kayam, ilk filmi ‘Dağ’da Ortodoks Yahudi kesimine kuvvetli ve acımasız bir eleştiri getiriyor. Kolombiyalı genç yönetmen César Augusto Acevedo Cannes’da Altın Kamera kazanan ‘Toprağın Gölgesinde’ ile halkının çileli yaşantısına kamerasını doğrultuyor. Saoirse Ronan’a En İyi Aktris Oscar adaylığı getiren ‘Brooklyn’ yürekleri ısıtan bir aşk ve başarı öyküsü. Eğlenceli bir Hollywood taşlaması olarak lanse edilen ‘Yüce Sezar’da, Coen Kardeşler kariyerlerinin en sönük, en parıltısız, en sıkıcı filmlerine imza atmışlar. Festivalde yalnız film izlenmiyor. İsrail’in en ünlü aktörü Lior Ashkenazy ile yaptığım 1,5 saatlik kahvaltı sohbeti keyifli bir sosyal etkinlik idi.

ORTODOKS YAHUDİLERE SERT AMA SAĞLAM ELEŞTİRİ

Kudüs’ü ziyaret eden turistlere yapılan şehir turunda muhakkak yer alan ve şehre tepeden bakan Zeytin Dağı’nda geçen konusu ile ‘Dağ’, bir mezarlığa bitişik oturan dört çocuklu dindar bir ailenin monoton yaşantısını anlatıyor.

Eğitmen olan kocası işe, çocukları da okula gidince ev işi yapmaktan başka bir uğraşı olmayan, toplamla kaynaşamayan, hobisi olmayan, asosyal bir hayat yaşayan bir kadın olan Tzvia’nın monoton hayatını izliyoruz.

Bu kısa girişten sonra hemen söyleyeyim; ben Ortodoks Yahudi kesimine bu denli kuvvetli eleştiri getiren bir film görmedim. Senaryosunu da kendisinin yazdığı filmde, kadın yönetmen Yaelle Kayam, bir kadının üzerinden anlattığı Ortodoks Yahudi yaşamına acımasız bir gözle, çok sert ama çok sağlam bir eleştiri getiriyor.

Dış dünyaya kapalı, radikal bir hayat süren bu aşırı sağcı ve dinci kesimin toplumsal işlevi, hatta seks hayatı, cüretli ve cesur bir tavırla filmde ele alınıyor.

Çok eski bir Yahudi mezarlığının adeta içinde yaşayan Tzvia’nın, çocukları, kocası ve ev işleri arasında sıkışmış, sıkıcı bir hayatı vardır. Ev dışındaki tek faaliyeti mezarlıkta yaptığı yürüyüşlerdir. Bir gece bir kadınla erkeğin mezarlıkta sevişmelerinin tanığı olur. Bu rahatsız edici manzara karşısında şok olsa da, daha çok şey keşfetme arzusu ağır basar, günlük rutininin yanında mezarlıktaki gece yürüyüşlerine devam eder. Böylece ‘Dağ’ın öteki yüzünü keşfeden kadının değişimi de başlamış olur. Kadın pazarlayan erkekler ve fahişelerle iletişim kurar. Mutsuz evliliğini ve kocası tarafından artık arzulanmadığını anlattığı fahişe, kendisine, “Bu şişman halinle adam seninle niye sevişsin” der.

Kocasıyla durumunun gittikçe kötüleşmesi Tzvia’yı radikal bir karar almaya iter. Yaelle Kayan filmin müthiş finalinde, ne olup bittiğini seyircinin takdirine bırakır.

‘Dağ’ mekânın ruhunu yakalayışı ve odaklandığı kadın karakteri işlemedeki başarısıyla övgü toplayan bir ilk film. Yaelle Kayam ilk kez kamera arkasına geçen bir yönetmenden beklenmedik bir beceri ile ilgiyi baştan sona ayakta tutan bir mizansene imza atıyor.

KOLOMBİYA’DAN DİNGİN, SAKİN BİR BAŞYAPIT

32 yaşındaki Kolombiyalı senaryo yazarı - yönetmen César Augusto Acevedo, ilk filmi ‘Toprağın Gölgesinde / La Tierra Y La Sombra’ ile bizleri ülkesinin en fakir bir coğrafyasına götürüyor.

Kolombiya’nın Allah’ın unuttuğu yoksul bir köyünde geçen konusuyla film, tek geçimleri boğaz tokluğuna şeker kamışı kesmek olan bölge halkının çileli yaşantısına kamerasını doğrultuyor.

Film, ciddi bir hastalığa yakalanan oğluna bakmak üzere evine dönen bir adamı merkezine alıyor. Alfonso, 17 yıllık yokluğunun ardından eskiden yaşadığı yere döndüğünde eski hayatına dair her şey parçalanmıştır.

Kendisini terk ettiği için ondan nefret eden yaşlı karısı, ilk kez gördüğü gelini ve torunu ve 12 yıldır yatalak olan akciğer hastası oğlunu gören Alfonso, doğduğu topraklarda tekrar kök salmak amacıyla, ailesini içinde yaşadığı yokluğun pençesinden kurtarmaya çabalayacaktır.

Ancak şartlar o kadar olumsuzdur ki, ihtiyar adamın karşısında dağ gibi sorunlar vardır; Oğlunu doktora götürdüğünde, hastanede boş yatak olmadığı için, doktorun her seferinde yeni ilaçlar vererek, ölümcül bir hastayı başından savdığını görür.

Sosyal ve sağlık güvenliği sağlayamayan toplumsal bir tablo, şeker kamışı artıklarının yakılmasından kaynaklanan külleri soluyarak ciğerleri parçalanan zavallı köylüler, paralarını hep gecikmeli alan ve her an işten atılmak tehlikesiyle yaşayan köylüler, hiç bir zaman ortaya çıkmayan patronlar, onların sözcülüğünü yapan, sarı sendikacı tipli acımasız aracılar...

Acevedo’nun bir ressam gibi sınırlarını çizdiği görsel kompozisyonuyla gösterildiği festivallerde seyircinin içine işleyen ‘Toprağın Gölgesinde’, dingin bir Latin Amerika alegorisi. Film, kahramanlarının yaşantısına paralel olarak, durgun, sakin ama yüreklere hitap eden sinema diliyle övgüyü hak ediyor.

Son Cannes Film Festivalinde filmin aldığı dört ödülden biri Altın Kamera Ödülü. İlk filmlerini gerçekleştiren yönetmenlere verilen bu ödül için Cannes’de Macar Laszlo Nemes’in ‘Saul’un Oğlu’da bulunuyordu.

20 yaşında iken annesini kaybeden César Augusto Acevedo, bu ölümün sarsıntısıyla depresyona giren babasıyla hayatını sürdürüyor.

FIRSATLAR ÜLKESİ AMERİKA

Başrolündeki Saoirse Ronan’ın Oscar adaylığı ile kendisinden bahsettiren ‘Brooklyn’, 46 yaşındaki İrlandalı yönetmen John Crowley’in beşinci uzun metrajlı filmi. Ünlü romancı Nick Hornby’nin nefis bir aşk öyküsü anlatan romanından, yazarı tarafından senaryolaştıran film, 1950’lerde dünyanın cazibe merkezi New York’a gelen İrlanda göçmeni genç Ellis’in (S.Ronan) hikâyesi.

Edebiyat ve sinema, 2. Dünya Savaşı sonrası, iş bulmanın zor olduğu, sosyal hayatın renksiz geçtiği, sönük Avrupa kasaba ve şehirlerinden Amerika’ya göç edenlerin başarı hikâyelerini anlatmayı pek severler. Baskıcı ve insan düşmanı bir patroniçenin baskısından bunalan Ellis, kasabanın rahibinin yardımı ile ABD’ye göç etme ve iş bulma imkânına kavuşunca, dul annesini ve çok sevdiği ablasını geride bırakıp New York’ta kendisine yeni bir hayat kurmaya çalışır.

Dürüstlüğü, çalışkanlığı ve parlak zekâsı sayesinde kendini herkese sevdirir. İş saatlerinin dışında üniversiteye giderek mezun olmayı başarır. Hayatını değiştirecek yeni bir aşkı, temiz bir İtalyan genci ile yaşar. Ablasının cenazesine katılmak için New York’u terk etmeden önce nişanlısı ile alelacele evlenir.

Gel gelelim birlikte göç ettiği geçmişi onu iki ülke ve iki hayat arasında bir tür seçim yapmaya zorlar. İrlanda’da tanıştığı yakışıklı ve zengin bir genç kendisine evlilik teklif eder.

‘Brooklyn’de alabildiğine iyi, yardımsever ve naif kahramanlar var. Mutlu insanları kıskanan, habis ruhlu bir patroniçenin dışında kötü karakter yok. Aktör bir babanın kızı olan, İrlandalı genç aktris Saoirse Ronan, kendisine bir eldiven gibi uyan Ellis rolünde harikalar yaratıyor. Kendisine İngiltere’de En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü kazandıran ‘Brooklyn’de Ronan temiz yüzüyle, mahcubiyetiyle, naifliğiyle, pratik zekâsını göstermedeki becerisiyle pırlanta gibi parlıyor.

EN BÜYÜK DÜŞ KIRIKLIĞI

Amerikan Bağımsız Sinemasının en yaratıcı yönetmenleri olarak saygı duyduğum, ‘Fargo’, ‘İhtiyarlara Yer Yok’, ‘Barton Fink’ gibi filmlerine hayran olduğum Coen Kardeşler’in, ‘Nerdesin Be Birader’, ‘Sen Şarkılarını Söyle’, ‘The Hudsucker Proxy’ gibi hiç sevmediğim filmleri de var.

Ancak bu son saydıklarım, festivalde izlediğim ‘Yüce Sezar/Hail Cesar!’ın yanında başyapıt gibi duruyor.

Eğlenceli bir Hollywood taşlaması olarak lanse edilen bu absürd filmi büyük bir can sıkıntısı ve kızgınlık içerisinde izledim. Kızgındım çünkü iki kez En İyi Senaryo dalında Oscar Ödülü kazanmış iki kardeşin, ‘Yüce Sezar’da bu denli parıltısız, sönük, tekrarlara düşen bir senaryo yazmış olmaları şaşırtıcı idi.

35. festivalde izlediğim filmlerin en kötüsü olan ‘Yüce Sezar’ aynı zamanda şenliğin kuşkusuz en büyük düş kırıklığı idi.

Filmin dev oyunculardan oluşan kadrosuna, Coen’lerin beşer dakikalık rolleri için, Scarlett Johansson, Tilda Swinton, Frances McDormand, Ralp Fiennes gibi prestijli oyuncuları katmaları durumu kurtarmaya yetmiyordu.

Hollwood’daki bir stüdyosunda tarihi epik ‘Yüce Sezar’ adlı iddialı bir filmin çekim aşamasında yaşananları anlatan cazip bir proje ile yola çıkan Coen’ler, iki saat boyunca izleyicilerini güldüremiyorlar.

Absürd kara mizah türünün sinemadaki en başarılı temsilcileri sayılan Coen’lerin, alışık olduğumuz zeki, özgün diyaloglarından nasibini almayan bir film ‘Yüce Sezar’

LİOR ASHKENAZY İLE KAHVALTI

Festivalde yalnız film izlenmiyor. Yemek davetleri, Boğaz’da tekne turu, misafir sinema adamlarıyla buluşmaları da var.

35. İstanbul Film Festivalinin Uluslararası Yarışma bölümünün jüri üyelerinden, İsrailli aktör Lior Ashkenazy ile keyifli bir kahvaltı sohbetim oldu.

Davet sahibi İsrail Başkonsolosu Shai Cohen’in katılımı ile sinema üzerine 1,5 saatlik çok hoş bir sohbet oldu.

Lior Askhenazy’yi beş yıl öncesinden Cannes’den tanıyordum. Başrolünü oynadığı, Joseph Cédar’ın ‘Dipnot/Hearet Shulayim’ En İyi Senaryo Ödülünü kazanmış, ben de son derece sıcakkanlı bu aktörü tebrik etmiştim.

Annesi-babası İstanbullu olduğu için Ladino dilini de konuşan Ashkenazi, çarşamba günkü bu buluşmamızda çok heyecanlı idi. Çünkü aynı yönetmenle çevirdiği, Richard Gere ile başrolü paylaştığı film, bu yıl Cannes Fil Festival’inde yer alması için müracaat etmişti.

‘Oppenheimer Strategies’ adlı bu filmin yarışmaya kabul edilip edilmeyeceği perşembe günü belli olacaktı. Cannes Festivali direktörü Thierry Frémaux’nun yaptığı basın konferansını izlediğimde, bu filmin 20 yarışmacı arasına giremediğini öğrenince Lior adına çok üzüldüm.

Yine Cannes’de istediğim ‘Geç Evlilik/Hatuna Meuheret’ filmindeki performansıyla sivrilen ve İsrail’in en büyük aktörü olan Lior Ashkenazy, ‘Dipnot’taki oyunu ile İsrail Sinema Akademisi Ödüllerinde ikinci kez En İyi Erkek Oyuncu seçilmişti.

Eytan Fox’un 2004 Berlin Panorama bölümünün açılışını yapan ‘Walk on Water’daki performansının yanı sıra, sanatçı İsrail’de yayınlanan TV dizisi ‘İn Treatment’daki rolüyle de tanınmaktadır.

Zengin kahvaltı menüsünden, tabağına sınırlı sayıda yiyecek alan Ashkenazy’nin formunu nasıl koruduğuna tanık oldum. Torunumla aynı ismi taşıdığını söylediğimde, doğumunda isminin iki kere değiştiğini ve Lior ismini bir komşu kadının telkiniyle aldığını anlattı. Annesinin gözünde tüten çalı fasulye siparişini almaya pek niyetli olmadığını da söyledi.  

 

 

———————————