Pürtelaş D22’de ‘Constellations / Parçacıklar’

“Çok net yasaların boyunduruğu altında serseri mayın gibi rastgele oraya buraya fırlatılmış küçücük parçacıklarız.”

Erdoğan MİTRANİ Sanat
6 Nisan 2016 Çarşamba

Genç İngiliz oyun ve tiyatro yazarı Nick Payne, 2012’de Royal Court’ta prömiyer yaptıktan sonra 2015’te Broadway’de sahnelenip beğeni kazanan ‘Constellations / Parçacıklar’ı yazmayı, televizyonda çoklu evrenler üzerine bir belgesel izledikten sonra düşünmüş. Özgün adı takımyıldızlarını ve burçları çağrıştıran oyun, arka planına Kuantum fiziği, sicim kuramı, çoklu evrenler teorisi gibi bilimsel konuları alırken, aşk-arkadaşlık, özgür irade ve ölümü keşfetmeye soyunan çok ilginç bir çalışma.

Teorik fizikçi Marianne’la organik bal üretimi yapan Roland’ın bir partide tanışmasıyla büyüleyici ve romantik serüvenleri başlar. İlk buluşmalarının ardından azıcık çakırkeyif Marianne Kuantum mekaniğini Roland’a anlatmaya çalışırken “Bizler çoklu evrenlerin bir parçasıyız” der; “Her an aynı olayın farklı sonuçları, bir arada var olabilir.”

Tek bir ilişkinin olası bütün çeşitlemelerini zarif ve çekici bir dille anlatan Parçacıklar’ bu önermenin kanıtı olarak gelişir. İki genç birbirleriyle sadece iki laf eder veya biraz flört ettikten sonra ayrılır, veya yakınlaşmaları ancak öpüşmeye kadar gider, veya müthiş bir aşk yaşarlar, evlenirler, ya evlenmezler, veya Marianne Roland’ı aldatır, ya da Roland Marianne’ı, veya… vs.vs.vs…

Sinemada ya da tiyatroda kimi metinlerin müziksel bir karşılığı olduğu izlenimine kapılırsınız. Parçacıklar bende sonat formunda bir “tema ve çeşitlemeler” etkisi bıraktı.

Doruklarını klasik müziğin ünlü 3B’sine (Bach, Beethoven, Brahms) borçlu olduğumuz bu müzik tarzında, bir ana tema (ezgi) süslenerek, zenginleştirilerek, üzerinde oynanarak farklı çeşitlemelerde sunulur ve ana ezgi farklı tempo ve volümde bazen belirgin olarak duyulurken, bazen de yoğun bir müzikal doku içinde kaybolur gibi yaparak kendini sadece hissettirir. Marianne’la Roland da, uzay-zamandaki yolculukları boyunca kimi benzer olayları bazen aynı diyaloglarla ama farklı duygularla yaşayacak, bazen olaylar bir kişiden diğerine atlayacak, bir evrende yaşanan bir durum paralel bir evrende bazen taban tabana zıt, bazen de tıpatıp aynı gerçekleşecektir.

Paralel evrenler arasında, aynı ilişkinin olasılıklarını, yapılan seçimlerin kaderi nasıl etkilediklerini anlatan bu hoş ve hüzünlü yolculuk bir bakıma, sonsuz olasılıklarla başlayan ve giderek bu olasılıkların, ölüm başka seçenek bırakmayana kadar azaldığı, sıradan yaşamların da öyküsüdür.

Kuruculuğunu ve sanat yönetmenliğini çalışmalarını Londra ve İstanbul’da sürdüren Serdar Biliş’in yapmış olduğu Pürtelaş, Ece Dizdar’ın nefis bir çeviri ile Türkçeye kazandırdığı bu çok sağlam metni Tamer Can Erkan’ın yönetmenliğinde, Damla Sönmez ile Deniz Karaoğlu’nun yorumlaması ve Cem Yılmazer’in ışık, Orhan Enes Kuzu’nun müzik, Ahsenur Çiftçioğlu’nun uçuşan stilize göktaşlarından oluşan sahne tasarımlarıyla D22’de sahneliyor.  

Parçacıkların sahnelenmesi aslında bir hayli zor bir iş. İlk tehlike paralel dünyalarda yaşananların, aynı iki oyuncunun canlandırdığı farklı karakterlere ait oldukları izleniminin verilmesi ki, yönetmen ve iki oyuncusu bu handikapı rahatlıkla aşıyorlar. Nerede var olurlarsa olsunlar, yaşadıkları, duyguları, reaksiyonları, hissettikleri ne kadar farklı olursa olsun, Damla ile Deniz her yerde, her zaman Marianne ve Roland kalmayı başarıyorlar. İkincisi, yukarıda sözünü ettiğim çeşitlemelerin, özellikle aynı repliklerin defalarca kullanıldığı bölümlerin oyunu monotonluğa çekmesi. Damla ve Deniz tekdüzelik bir yana, metnin leitmotiv gibi kendini tekrarlayan her bölümünü ayrı bir oyun gibi yorumlayarak, izleyiciyi etkileyici finale soluk soluğa götürüyorlar.

Parçacıklar’ın sahnelenmesi zor ama, altından böylesine başarıyla kalkıldığında tadına doyulmuyor. Sinema ve TV’den aşina olduğumuz Damla Sönmez, kusursuz Marianne yorumuyla çok iyi bir tiyatrocu olduğunu gösteriyor. İlk kez beş yıl önce izlediğimde oyunculuğundan epey etkilendiğim Deniz Karaoğlu, canlandırdığı her karaktere yeni bir derinlik katan, her defasında “bir evvelkinden de iyi” olmayı başaran bir oyuncu. Roland, Deniz’in artık olgunluk ve ustalık dönemine girdiğinin göstergesi.

Sonuçta, Marianne’ın önermesi bilimsel olarak tabii ki mümkün. Öyle ise, Nick Payne’in Constellations’u hiç yazmadığı, oyunun hiç oynanmadığı bir paralel evren mutlaka vardır. İyi ki bizler o evrenin değil, Parçacıklar’ı Damla ile Deniz’in müthiş yorumuyla izleyebileceğimiz bu evrenin bir parçasıyız.

Kaçırmayın derim. Nisan ayında D22’de.

EKİP’in ‘AVRUPA’sı

“Bizimki bir sınırda küçük bir kasaba... Kimi zaman o tarafta, kimi zaman diğer tarafta ama her zaman sınırda! Çorbamızla ve ampul üretilen fabrikamızla ünlüyüz, bir de sınırda olmamızla...”

İskoç yazar David Greig, İstanbul tiyatro izleyicisinin DOT’da ‘Yellow Moon / Sarı Ay’ ve ‘Midsummer / İki Kişilik Yaz’ oyunlarından bildiği biri. 1969’da Edinburgh’da doğan, çocukluğunun büyük bir bölümü Nijerya’da geçen Greig, 1980’de doğduğu kente dönerek Drama ve İngilizce eğitimi almış. Greig, tarihin önemli dönem ve olaylarını ele alan, milletlerarası bir kesişme bölgesinde farklı ulusal, etnik, sınıfsal ve dinsel kökenlerden gelen karakterlerin farklı konumlarını, bakış açılarını ve kimliklerini tartışmalarına odaklanan bir yazar. Mezuniyetinden önce, küreselleşmenin bölgesel ve yöresel etkileriyle ilgili birçok öncü oyunun ilk kez sahnelendiği Suspect Culture adlı bir tiyatro projesine ortak olmuş. Filistin, Suriye, Lübnan ve Faslı oyun yazarları ile ortak çalışmalar yapmış.

İlk kez 1994’de sahnelenmiş olmasına karşın ‘Europe /Avrupa’, sanki geçen hafta yazılmışçasına taptaze kalmış bir oyun. Avrupa’da bir zamanlar pasaport kontrollerinin yapıldığı, ancak yerel fabrikası da kapandığından beri kaderine terkedilmiş, trenlerin bile artık durmayacağı küçük bir sınır kasabasında geçen Avrupa, sadece tren seferlerinin değil, manen ve maddeten patlamak üzere olan kasaba sakinlerinin de geleceklerinin iptal edildiği bir ortamı anlatıyor.

Şiirselliğin ve gerçekçiliğin bu sert karışımı, mültecilerden gelebilecek hayâli tehditlerin her an hissedildiği, kalacak yeri olmayan mültecilerin, haklarından ve geleceğinden mahrum edilmiş gençlerin, kazancın emeğin değil, alışverişin ya da kaçakçılığın karşılığı olduğu bir kültürde, bu isimsiz Avrupa parçasına ‘sığınmış’, belki de savaş kaçkını iki yorgun mülteci aracılığıyla, yabancı düşmanlığının nasıl sinsice yükselişe geçebileceğini, şiddetin nasıl filizleneceğini, pusuda bir gözü açık uyuyan faşizmin nasıl uyanacağını başarıyla veren nefis bir metin. 

EKİP, keşfettiğim günden beri sevdiğim, beğendiğim işler yapmış bir topluluk. Oyunları her zaman “mutlaka izlenecekler” listemde yer almasına karşın, program çakışmaları yüzünden son çalışmaları Avrupa’yı ancak 6.Sarıyer TiyatrOda Şenliği kapsamında, Sarıyer Halk Eğitim Merkezinin tamamen dolu salonunda izleyebildim.

Bu vesileyle, içinden geçtiğimiz bu iç karartıcı dönemde, altıncı kez “Sanat var, Tiyatro var, Yaşam var” diye haykırarak, İstanbul sahnelerinden yetişkinler için 19, çocuklar için 8 oyunun sahnelenmesine önayak olan, tiyatro atölyeleri düzenleyen, bunları izleyici ve katılımcılardan hiçbir ücret almadan yapan Sarıyer Belediye Tiyatrosu’nu, Genel Sanat Yönetmeni M.Gökhan Bulut’u ve bu olanakları sağlayan Sarıyer Belediyesini tebrik etmek boynumun borcu.

EKİP,  2010’da“tiyatro sanatının bir ekip işi olduğuna inanan ve repertuar oluşturmaktan sahne tasarımına, dramaturji aşamasından teknik çalışmalara kadar her şeyi gurup elemanlarının tümünün ortak katılımıyla gerçekleştirmeyi amaçlayan” profesyonel bir tiyatro olarak faaliyete başladı.  

Altıncı yıllarında Cem Uslu’nun yönetmenliğinde sahneledikleri Avrupa, kuruluş prensiplerine hâlâ bağlı kaldıklarını, amatör bir coşkuyla son derece profesyonel bir ekip işini başarıyla kotarabileceklerini bir kez daha gösteriyor.

Salona girer girmez, Başak Özdoğan’ın tasarladığı çok katlı stilize tren garı ve İstasyon Şefi evi, izleyiciyi o adsız sınır kasabasının karamsar ortamına hemen sokuyor. Özdoğan’ın renksiz ve sade kostümlerinin Morocco’nun cafcaflı yeşil ceketiyle oluşturduğu karşıtlık ekonomik çöküşün de aynası gibi. Mekânın elverişsizliğine karşın, İsmail Sağır’ın ışık tasarımı kasabanın iç karartıcı ortamını başarıyla tamamlıyor.

Uslu Avrupa’yı, her bölümün izleyiciye anons edildiği, Brecht’vari epik yöntemle sahneliyor. Oyunun ses dokusunu, melodisini, ritmini, sahnedeki aksesuarları, dekor elemanlarını, hatta kendi bedenlerini birer vurmalı çalgıymışçasına kullanan, ıslık çalan, mırıldanan oyuncularına yüklüyor. Simel Aksünger, Ömer Fırat Köker, Bora Pak, İsmail Sağır, Mehmet Solmaz, Cihat Süvarioğlu, Ayşegül Uraz ve Hakan Emre Ünal’dan oluşan kadro müthiş etkileyici bir takım oyunculuğu sergiliyor.

Kasabanın hem halkını, hem de sesini canlandıran ekibin dört dörtlük temposu, iki saat süren oyunun sarkmadan soluk soluğa izlenmesini sağlıyor. Sadece 11 kez sahnelenmiş olan Avrupa önümüzdeki sezon devam edecek. Hepinize iyi seyirler.

 

****************************