Auschwitz’de, Dr. Mengele’nin araştırmalarının kurbanı olan yedi cüce kardeşin filmlere ve romanlara konu olan yaşam öyküleri…
Okuyanlar hatırlayacaktır. Zülfü Livaneli’nin Serenad romanında, kahramanlardan Maya, Prof. Wagner’e ait bazı belgeleri araştırmak üzere, ITS’nin (International Tracing Service) Bad Arolsen’deki merkezine gittiğinde kendisini resepsiyonda iki cüce karşılamıştı. Sonrasında Maya, bu iki cüce kardeşle sohbet etmiş ve ailelerinin ilginç yaşam öykülerini dinlemişti. Livaneli romanında Ovitz ailesinden Romanya kökenli bu cücelerin ailelerinin 2. Dünya Savaşında yaşadıklarına iki sayfa ayırmıştı. Romanı okurken bu bölüme pek anlam verememiş, hatta hayali bir öykü olduğunu varsaymıştım.
Geçtiğimiz yıl, İsrailli yapımcı Avi Nesher’in ‘The Matchmaker’ adlı filmini seyrettim. Filmin kahramanlarından biri de Sylvia adlı bir cüceydi. Şoa kurtulanı, Romanya kökenli bir cüce ailesi söz konusuydu. Satır aralarında bu aileye ait romandakine benzer pasajlar aktarılıyor ancak Ovitz adı geçmiyordu.
Ama her ikisinde anlatılanların benzerliği artık tesadüf sınırlarını aşıyordu.
Haziran ayında Bükreş’te katıldığım bir toplantıda bu konunun gerçekliğini sordum. Gerçekmiş. Talebim üzerine önüme Romence birkaç kaynak koydular. Bu sayede Ovitz veya Romence telaffuzuyla Ovici ailesinin hikâyesini ve aynı zamanda Romence’mi(!) ilerletmiş oldum.
Auschwitz’in kurtuluşunun yıldönümü olan 27 Ocak Uluslararası Holokost Kurbanlarını Anma Gününde bu ailenin öyküsünü paylaşmak istedim.
Ovitz veya Ovici ailesi, Romanya’da Transilvanya bölgesinde Maramurech’e bağlı Rozavlea kasabası kökenli. Ailenin bilinen atası Rav Shimshon Eizik Ovitz’di. Kendisi bir çeşit cücelik hastalığı olan pseudoachondroplasia’dan mustaripti. Yani cüceydi. Kemiğin gelişmemesi hastalığı olan pseudoachondroplasia hastaları doğumdan sonra normal gelişimine devam eder ancak iki yaşından itibaren kemik gelişimi yavaşlar. Yetişkinlikte boyları en fazla 115-120 santimetreye ulaşır. Bu hastalık genetiktir.
Rav Shimshon geçimini Doğu Avrupa Yahudi düğünlerinin vazgeçilmezi olan ‘badchen’, yani dönemin stand-upçısı, komedyeni olarak sağlıyordu. 1661 yılında yürürlüğe giren ve 20. yüzyıl başlarına kadar geçerli olan bir uygulamayla Yahudi düğünlerinde, eğlencelere, tüketilecek içki tüketimine bile kontrol ve kısıtlamalar getirilmiş, sadece badchen’ler bu kısıtlamalardan muaf tutulmuştu. Bu nedenle badchen’ler, şehirden şehre, düğünden düğüne serbestçe dolaşabilen bir meslek grubu oluşturmuştu.
BİRBİRİNDEN AYRILMAYAN ON KARDEŞ
Rav Shimshon ilk evliliğini normal boyda olan Brana Fruchter ile yaptı. Bu evlilikten, her ikisi de cüce olan Rozika ve Franzika doğdu. Brana’nın ölmesi üzerine, Rav Shimshon ikinci evliliğini yine normal boyda olan Batia Bertha Husz ile yaptı. Bu evlilikten ise, üçü normal boyda, beşi cüce, sekiz çocuğu oldu: Sarah, Leah ve Arie normal boyluyken, Avram, Freida, Micki, Elizabeth ve Perla olarak bilinen Piroska cüceydi.
Rav Shimshon elli yaşlarında vefat etti. Dul eşi tek başına, yedisi cüce, on çocuğu yetiştirmek zorunda kaldı. Bertha çocukların hepsini gösteri sanatları okuluna gönderdi. Bu sayede hepsi müzik aleti çalmayı, şarkı söylemeyi, dans etmeyi, tiyatroyu öğrendi.
Babalarının ölmeden önce onlara bir öğüdü olmuştu: Birbirinizden ayrılmayın! Çocuklar da bu öğüde uydular. Birlikte Lilliput adlı bir kumpanya kurup neredeyse tüm Doğu Avrupa’da sahnelere çıktılar. Çekoslovakya, Romanya, Ukrayna, Macaristan’da şehirden şehre dolaştılar. Yaklaşık on yıl turnelerle geçti. Turnede olmadıklarında, hep birlikte kasabalarındaki evi paylaştılar. 1940 Eylül’ünde Macaristan’ın Transilvanya’yı ilhak etmesiyle bu rahatlık sona erdi. Yeni kanunlar Yahudilere meslekleri konusunda bazı kısıtlamalar getiriyordu. Sanatçılar da buna dâhildi. Yahudi ve bir de üstüne engelli olmak o dönem için sonun başlangıcıydı. Ovitz ailesi bir şekilde Yahudiliklerini belirtmeyen kimlikler elde etmeyi başardılar. Bu sayede dört yıl daha sahnede kalabildiler. Ancak 15 Mayıs 1944’te bu oyun sona erdi.
7 Nisan 1944’te Macaristan İçişleri Bakanı, tüm Yahudilerin gettolarda toplanması kararnamesini imzaladı. Ovitz’ler, nerede olurlarsa olsunlar insanları eğlendirebilecekleri ve bu sayede hayatlarını devam ettirebilecekleri varsayımıyla yanlarına sahne elbiseleri ve müzik aletlerini de aldılar. Perla gitarını, Elizabeth davulunu, Rozika ve Franzika kemanlarını yanlarında götürdü.
3500 Yahudi ile birlikte Dragomiresti Gettosunda toplandılar. Gettoda çok sayıda insan hastalık ve açlık nedeniyle hayatını kaybetti. Bu arada normal boylu kardeşleri Arie kaçmayı denedi ancak yakalanıp ördürüldü.
ZORLU TREN YOLCULUĞU
1944 Mayıs’ında gettoda hayatta kalanların oldukça uzakta olan tren istasyonuna yürümeleri emredildi. Ovitz’ler, engelleri sayesinde, dokuz saat süren bu yürüyüşün büyük bir kısmını kağnı üzerinde geçirmeyi başardılar. Tren istasyonuna vardıklarında, askerler insanları dipçik darbeleriyle hayvan taşımada kullanılan vagonlara doldurmaya başladı.
Ovitz ailesinin tren yolculuğunu, Auschwitz’e varışlarını ve Dr. Mengele ile karşılaşmalarını Perla Ovitz’in kaleminden okuyalım:
“Bindirildiğimiz vagonda, yanımızda getirdiğimiz eşyalarla birlikte yaklaşık 80 kişi vardı. İstif halinde, saatlerce ayakta durmaya çalıştık. Bu şekilde durmak dayanılmaz hale gelince, nöbetleşe birileri ayakta dururken diğerleri oturarak bu eziyeti asgariye indirme yollarını aradık. Bizim, cüceler olarak, uzun süre ayakta durmamız mümkün değildi. Bu nedenle yolculuk boyunca mümkün olduğu kadar uzun süre oturmamız sağlandı. Ayakta duranlar arasında ufak bir ada gibiydik. Nefes almamız çok zordu. Sık sık bayılanlarımız da oluyordu.
Nereye götürüldüğümüzü, bu eziyetin ne kadar süreceğini kimse bilmiyordu. Yavaş yavaş açlık ve susuzluk da başlamıştı. Aileler yanlarında getirdikleri yiyecekleri ilk saatlerde paylaşmış, neredeyse hepsi tükenmişti. Bazıları ağlıyor veya dua ediyor, bazıları ise boş, cansız bakışlarla gözlerini sabitliyorlardı.
Bir süre sonra, vagonun içinde tahammül edilmez bir koku oluşmaya başladı. Tuvalet ihtiyaçları için 80 kişiye bir kova bırakılmıştı. Zaman içinde kovalar dolmuş ve etrafa taşmaya başlamıştı. Bizim ise boyumuz nedeniyle bu kovayı kullanmamız söz konusu bile değildi. Bize acıyan bir genç kadın, yanında getirdiği çocuğunun lazımlığını paylaşmamıza izin verdi.
Tren bir duruyor, bir kalkıyor, yön değiştiriyor veya bir istasyonda saatlerce durabiliyordu. Kısa sürede hepimiz yön ve zaman mevhumunu kaybettik. Günde bir kez, kısa süreliğine tren duruyor, kapılar açılıyor ve silahlar bize doğrulmuş şekilde ihtiyaçlarımızı gidermemize izin veriliyordu. İnmemizden önce, herhangi biri kaçar veya kaçmaya teşebbüs ederse vagondaki herkesin öldürüleceğini hatırlatmayı da unutmuyorlardı. Biz aile olarak hep vagonda kalmayı tercih ettik.
AUSCHWİTZ’E VARIŞ
Bu durumda, istif halinde, pislik içinde, aç, susuz ve neredeyse havasız, üç gün, üç gece geçirdik. Üçüncü gecenin sonunda tren aniden durdu. Kapılar büyük bir gürültüyle açıldı, gecenin serin havası vagonu doldurdu.
Çizgili pijamalar giyen insanlar vagonlara girip bizleri dışarı itmeye başladı. Perondaki çizgili pijamalılar ise bizlere Yidiş dilinde ‘Eşyalarınızı burada bırakın, sonra gelip alacaksınız’ diye bağırıyorlardı. Dostumuz Simon Slomovici trenden inmemize yardım etti. Bu arada Alman askerler bağırarak peron üzerinde koşuşturuyorlardı: ‘İkizler öne çıksın, erkekler sola, kadın ve çocuklar sağa, çabuk, çabuk, beşli sıralar oluşturun.’
Simon Slomovic ve büyük oğlu Mordechai’ın, eşi ve beş çocuğundan ayrılmalarını çaresizlik içinde izliyorduk. Biz ise bir sağa bir sola itiliyorduk. Ayrılmamak için birbirimize sarılmıştık. Ailemizin normal boyluları Sara, Leah, Dora ve iki çocuğu etrafımızı çevirip bizi korumaya çalışıyorlardı. Aniden etrafımızı askerler sardı. Haja bizi korumak için hemen atıldıysa da önü kesildi. Askerin ‘Sen kimsin?’ sorusuna hiç duraksamadan, ‘Biz aileyiz’ yanıtını verdi. Yumuşayan subay, Haja ve beş çocuğunun yanımıza gelmesine izin verdi. Bundan cesaret alan Haja, subaya ‘Eşim ve oğlum öbür tarafta, lütfen onların da yanımıza gelmesine izin verin’ deyiverdi. Diğer aileler itelenip ayrılmaya zorlanırken, konuştuğumuz subay aniden merhamete geldi ve yanındaki askere Simon ve Mordechai’ı bulup yanımıza getirmesini emretti. Bu ani değişime pek anlam veremedik ama sonuçta yirmimiz bir araya gelmiştik. Bu tutumun nedenini ileriki günlerde çok acı şekilde anlayacaktık. Subayın bu yakınlığından cesaret alarak bizler, Nazi askerleri tarafından değil de sanki hayranlarımız tarafından sarılmışçasına, sahnedeymiş gibi davranmaya başladık. Kardeşim Micki yüzsüzlüğünü o kadar ileri götürdü ki, cebinden çıkarttığı Lilliput Kumpanyası broşürlerini askerlere dağıtmaya başladı. Bu fantastik olaylar yaşanırken, köyümüzden komşumuz Gitel Fischman ve kızı Leah bizi hayretle izliyorlardı. SS subayı yanlarına gidip gülerek ‘Siz de bu cücelerin ailesinden olduğunuzu söylemeyeceksiniz herhalde’ dedi. Kardeşim Micki subaya koştu ve ‘Bu bayan annemin kuzinidir. Kızı ise nişanlımdır. Yakında aile bağlarımız daha da kuvvetlenecek’ deyiverdi.
DR. MENGELE İLE TANIŞMA
Artık bir köşede 22 kişiydik ve bizleri ana gruptan uzaklaştırmışlardı. SS subayı yanındaki askere anlamını daha sonra anlayacağımız bir emir verdi: ‘Çabuk Dr. Mengele’yi buraya çağır. Burada onu çok ilgilendirecek bir hazine var.’
19 Mayıs 1944 Cuma, gece yarısını geçerken, biraz uzağımızdan amca, teyze, kuzen, arkadaş ve komşularımızın sıra halinde duman ve ateş saçan bacaları olan binalara doğru gözden kaybolmalarını izledik. Dayanamayıp yanımızdan geçen çizgili pijamalı adama bu alevlerin ne olduğunu sordum. Verdiği cevap ise kanımızı dondurmuştu: ‘Nerede olduğunuzu bilmiyor musunuz? Bu ekmek fırını değil. Burası Auschwitz. İsrailoğullarının mezarı! Sizler de, ben de bu fırınlarda öleceğiz.’
Nihayet Nazi subayının asıl amacını öğrenmeye başladık. Auschwitz’de herkes Dr. Mengele’nin kusursuz aryan ırk yaratma sevdasını ve bu amaçla insan denekler üzerinde yaptığı vahşi deneyleri biliyordu. İlginç denekler bulmak onun gözüne girmek için tek yöntemdi. Dr. Mengele’yi tek bir cüce için rahatsız etmeye değmezdi. Ama yedi cüce ve normal boyda akrabalarından oluşan bir aile bulunmaz bir nimetti. Nitekim Mengele bu haberi alır almaz rampaya koştu. Ailemiz ise bizleri neler beklediğini bilmediğimizden her soruya tüm detaylarla cevap veriyorduk. Böyle bir hazine karşısında Dr. Mengele yerinde duramıyordu. ‘Araştırmalarım için karşımda 20 yıl yetecek malzeme var’ diye bağırdı ve yanındaki subaya ‘yeni misafirlerin’ uygun bir yere yerleştirilmeleri emrini verdi. Çilemiz yeni başlarken üç saat önce indiğimiz rampada valiz yığınından başka bir şey kalmamıştı.”
Artık sekiz ay sürecek kâbus başlamıştı. Her gün kendilerinden kan ve ilik örnekleri alındı. Bayanlar üzerinde jinekolojik deneyler yapıldı. Daha sonra, beyin, burun, ağız bölgeleriyle ilgilendiler. Bunlar yetmezmiş gibi bazı geceler Nazi subaylarını eğlendirmek için yarı çıplak sahneye çıkarıldılar. Ancak Dr. Mengele bu kıymetli hazineyi kaybetmemek için onlara daha çok yiyecek verilmesini ve nispeten rahat bir koğuşta kalmalarını sağladı. Kurtuluşlarından iki gün önce Mengele, Elizabeth için cam gözler seçmeye başlamıştı.
27 Ocak 1945’te tüm aile, Auschwitz’e giren Rus askerleri tarafından yarı ölü şekilde bulundu. Rusya’da mülteci kampına götürülüp tedavi edildiler. Kamptan çıktıklarında yedi aylık uzun bir yolculuktan sonra kasabaları Rozavlea’ya vardılar. Evlerinde artık başkaları oturuyordu. Ancak götürülmeden önce gömdükleri mücevherleri buldular. Önce Sighet, sonra da Belçika’ya doğru yola çıktılar. Mayıs 1949’da İsrail’e göç ettiler; Hayfa’ya yerleşip burada ‘Auschwitz’in Yedi Cüceleri’ adıyla sahneye çıktılar. 1955 yılında emekliye ayrıldılar; bir sinema satın alıp, işletmeye başladılar.
On kardeşten Arie 1944, Avram ve Micki 1972, Freida 1975, Franzika 1980, Rozika 1984, Leah 1987, Elizabeth 1992 ve en son Perla 2001 yılında vefat etti.
Kaynaklar
n Ei-sapte-pitici-Maramureseni-de-la-Auschwitz--noaptea-intalnirii-cu-Dr-Mengele
n Povestea-celor-sapte-pitici-Maramureseni-de-la-Auschwitz
n The Seven Dwarfs of Auschwitz – Warvick Davis 2013 ITV Perspectives TV episode
n In Our Hearts We Were Giants – Yehuda Koren & Eilat Negev