İki deli, bir hatıra defteri

Gogol’un hiç eskimeyen oyunu ‘Bir Delinin Hatıra Defteri’ne iki farklı yorum. Hem Genco Erkal’ın hem Erdal Beşikçioğlu’nun - en ufak bir karşılaştırmaya yeltenmeden - aynı metne farklı bakış açılarına göz atalım.

Erdoğan MİTRANİ Sanat
13 Ocak 2016 Çarşamba

Ukrayna asıllı roman ve oyun yazarı. Nikolay V. Gogol’un (1809-1852) 1842 yılında yazdığı ‘Bir Delinin Hatıra Defteri’,  hepsi tiyatroya uyarlanmış üç ünlü kısa öyküsünden

(diğerleri ‘Palto’ ve ‘Burun’) biri. 

Bu öyküsünde Gogol, adı büyük kendi küçük bir insancığın, “alt sıradan devlet memuru” Aksentiy İvanoviç Poprişçin’in, aradığı “büyüklüğe” adım adım delirerek ulaşmasını, didik didik ederek, o zamanlar adı bile konmamış bir şizofreni vakanın klinik etüdüymüşçesine anlatmakta.

Bir Delinin Hatıra Defteri, müdürünün güzel kızına âşık olan sıradan bir devlet memurunun, onu sadece babasının bürosundaki gülünç aksesuar olarak gören burjuva genç kızın bir asilzadeyi sevdiğini öğrenmesiyle yıkılmasını, giderek gerçeklerden koparak çıldırmasını anlatır. Deliliğe saplandıkça iki köpeğin konuşmalarını anladığını, hatta onların birbirlerine yazdıkları mektupları bulduğunu hayal eden Poprişçin’in düşleri zamanla hedef değiştirecek, adam soylu bir beyzade, bir kral olduğuna inanmaya başlayacaktır. İspanya Kralı olduğunu iddia ettiğinde kapatıldığı akıl hastanesinde, kötü muameleye maruz kaldığında ve hırpalandığında, bunu bir tür aykırı taç giyme töreni olarak algılayacaktır.

Bir Delinin Hatıra Defteri’nin sahne uyarlamasının Türk tiyatro tarihinde özel bir yeri vardır. Genco Erkal’ın ilk kez 1965’de Ankara Sanat Tiyatrosunda yazıp yönettiği ve oynadığı oyun, geleneksel meddah dışında Türkiye’de batılı anlamda metne dayalı olarak sahnelenen ilk tek kişilik oyundur.

Genco’nun ilk kez 27 yaşındayken yorumladığı, 1969 ve 1992 yıllarında iki kez daha sahneleyip oynadığı, kendisine çok sayıda ödül getiren ve o yıllarda neredeyse imzası haline gelmiş olan Bir Delinin Hatıra Defteri, bugüne dek çok sayıda, amatör, profesyonel genç, deneyimli tiyatrocu tarafından denek taşı kabul edilerek sahnelendi. Ankara Devlet Tiyatrolarında Cem Emüler’in uyarlayıp yönettiği, Erdal Beşikçioğlu’nun yıllarca kapalı gişe oynadığı, farklı yorumu bunların en çok ses getirenlerden.

Beşikçioğlu, Devlet Tiyatrosundan emekli olduktan sonra Ankara’da yeni(den) kurduğu Tatbikat Sahnesine ‘deli’yi de taşımış, oyun aynı başarıyla sahnelenmeye devam etmişti.

İkinci sahnesini İstanbul’da, eski Levent Melodi Sinemasının mekânında açtığında İstanbul seyircisinin, ‘Blink /An’ ve ‘Antabus’ gibi yenilerin yanında ‘Mezarsız Ölüler’e ve sekizinci yılına giren ‘Bir Delinin Hatıra Defteri’ne erişmesi de mümkün oldu.

Diğer yandan Genco Erkal, sanat ve mücadele ile dopdolu geçen yarım yüzyılı aşkın zamanın ardından, Bir Delinin Hatıra Defteri’ni, 77 yaşının penceresinden bakarak yeniden sahnelemeye başladı.

Oyunun her biri ayrı bir tiyatro efsanesine dönüşen gösterimlerine yer bulmak kolay iş değil. Benim en güzel yılbaşı armağanım, 8-9 Ocak geceleri ikisini peş peşe izleyebilmek oldu. Her iki sahnelemeyi de çok etkileyici bulduğumu, çok beğendiğimi peşinen söyleyeyim. Aşağıda, bu iki ayrı yoruma ait izlenimlerin amacı, kesinlikle en ufak bir karşılaştırmaya yeltenmeden, iki önemli tiyatrocunun aynı metne farklı bakış açılarını irdelemektir.

 

Genco Erkal’ın ‘deli’si

Tiyatromuzun yaşayan efsanesi, gençlerden de genç duayeni, Genco Erkal’ı tanıtmaya gerek yok. 60 yıla yakın sahne serüveninde, inançlarından, tiyatro sevgi ve saygısından, siyasal ve sanatsal görüşlerinden, devrimci tiyatro anlayışından hiç ödün vermeksizin, düşündüklerini hangi iktidar döneminde olursa olsun sakınmadan söylemiş olan Erkal’ı Bir Delinin Hatıra Defteri’nden bir gece önce, bir kez daha İnsanlarım’da izledim. Mekân Artı’nın Çemberlitaş Movieplex’deki dayanışma programı kapsamında, bu mekân için özel olarak yaptığı kurgusuyla, Nazım Hikmet’in ‘Şeyh Bedrettin Destanı’ndan ‘Memleketimden İnsan Manzaraları’na, ‘Taranta babu’dan ‘Kerem Gibi’ye çok sayıda eserinden, mahpusluk ve hasret şiirlerinden derlemiş olduğu olağanüstü bir kolaj sundu.

İnsanlarım’ı defalarca seyretmiş bile olsanız, metnini neredeyse ezbere bile bilseniz, Nazım’ın büyüsüne, Genco’nun kimi zaman süper gerçekçi, kimi zaman şiirsel ve koreografik yorumuna kapılmadan, duygulanmadan izlemek mümkün değil. İzleyicinin dakikalarca alkışladıkları oyundan sonra Genco’ya bu mucizeyi nasıl gerçekleştirdiğini sorduğumda, her zamanki alçak gönüllülüğüyle Nazım dedi. Nazım kuşkusuz, sadece Türk dilinin değil, dünya edebiyatının da gelmiş geçmiş en büyük şairlerinden ama, Genco’nun Nazım’ı sahneye aktarışı tek kelimeyle dâhiyane. Eminim, uzun tiyatro yolculuğunda ona defalarca yol arkadaşlığı yapmış olan  Nazım Hikmet de, Bertolt Brecht de, Genco’yu sahnede izleyebilmiş olsalar onu heyecanla bağırlarına basarlar, gurur duyarlardı.

Gelelim Bir Delinin Hatıra Defteri’nin Genco Erkal’ın yarım yüzyıl sonra yeniden uyarlayıp yönettiği ve oynadığı yorumuna.

Genco’nun uyarlaması, Gogol’un 1830’ların St.Petersburg’unda sınıfları birbirinden ayrılmış hiyerarşik toplumun küçük insanları daha da küçülten bakış açısını, bürokrasinin hantallığını ve dar kafalılığını hicvetmesini tabii ki göz ardı etmiyor. Ancak bunun ötesine geçerek, olayın insancıl boyutuna, önemsenmeyen, sıradan, içine kapanık bir adamın, mahkûm edildiği yalnızlığa, bu küçük, sıradan insanın kendisini umursamayan kayıtsız ortamda birey olarak var olma çabasına, ‘önemli bir kişi’ye ancak delirerek dönüşmesine odaklanıyor.

Dostlar Tiyatrosunun çok sayıda sahne tasarımını yapmış olan Duygu Sağıroğlu’nun dekorundaki çok sayıda ayna, yaşadıklarıyla baş etmeye çalışan Poprişçin’in iletişim kurabildiği tek kişinin, tek dert ortağının sadece kendisi olduğunun altını çiziyor. Sahneyi yukarıdan aşağıya ve sağdan sola kaplayan kumaş panoyla akıl hastanesinin oluşturularak oyunun tek perde sahnelenmesi hem anlatının bölünmesini engelliyor, hem de Poprişçin’in çıldırmaya giden adım adım yolculuğunu kesintisiz algılamamızı sağlıyor.

Ama asıl olay, Poprişçin’i ve hayal dünyasındaki kadınlı erkekli, insanlı köpekli bütün karakterleri canlandıran Genco Erkal’ı izlemek. Sanırım benzersiz sahne karizmasının ve bitmez tükenmez enerjisinin sırrı 60 yıldan beri sahneye hâlâ ilk günkü heyecanla çıkmasında.

Olağanüstü!

 

Erdal Beşikçioğlu’nun ‘deli’si

Tatbikat Sahnesinin Levent’deki yeni mekânına girer girmez, asıl delinin Poprişçin değil Beşikçioğlu olduğundan şüphe duymaya başlıyorsunuz. Sen kalk, büyük masrafa girerek terkedilmiş bir mekânı, girişinden fuayelerine, merdivenlerinden pırıl pırıl tuvaletlerine yenile, üst düzey donanımlı iki tiyatro salonu oluştur; bu da yetmezmiş gibi bunca yıl emek verdikten sonra, gezginci turne kumpanyası gibi repertuarını bir Ankara’da bir İstanbul’da durmaksızın sahnele! Tiyatroları kapatılan, kimi semtleri sanattan arındırılmaya çalışılan İstanbul’a yeni bir mekân kazandırarak üst düzeyde oyunları izleyicinin ayağına getirmek tiyatro adına büyük bir hizmet tabiî ki. Ancak çalıştırma giderlerinin mertebesini az çok bilen biri olarak, devamlı full dolu olduğunda bile -ki öyle başladı ve umarım ki hep öyle gidecek- getirisinin ancak masraflarını karşıladığı bir işe girişmek çılgınca bir cesaret örneği.

Gelelim Cem Emüler’in uyarlayıp yönettiği, Erdal Beşikçioğlu’nun yorumladığı Bir Delinin Hatıra Defteri’ne. Emüler’i, İstanbul Devlet Tiyatrosunun son yıllardaki en iyi prodüksyonlarından Wajdi Mouawad’ın ‘İncendies /Yanık’ oyununun (2012) çevirmeni ve başarılı yönetmeni olarak anımsıyorum. Sekizinci yılına girmekte olan ‘deli’ aslında daha eski bir çalışması.

Tatbikat Sahnesinin büyük salonuna girildiğinde, izleyiciyi öndeki dairesel oturma yerlerinin çevrelediği, oyun mekânından çok bir sirk ringini anımsatan merkezinde devasa bir vinç karşılar. Bu vincin 80x120 boyutlarında kovası, yırtık pırtık giysileri içinde yüzü gözü yaralı Poprişçin’in hücresidir.

Cem Emüler, yavaş yavaş delirmekte olan bir adamın öyküsünü değil, çıldırmış bir adamın anımsama hezeyanları üzerinden, insanları ezip öğüten devasa bir mekanizmanın çarkları arasında sıkışıp kalanların isyan çığlığını dinletecektir.

Emüler, kitapçık halinde izleyicinin koltuklarına bırakılan tanıtım broşüründe 1830’un sınıflara ayrılmış Rus toplumunu şöyle tarif etmektedir: “Atadan, dededen miras kalan ayrıcalıklarıyla doğuştan zengin ve şanslı soylu takımı… Mesleklerinden ya da makamlarından gelen otorite ve gücün yardımıyla bir gecede zenginleşenler… Torpille, kayırmayla, ayak oyunlarıyla, çeşitli politik bağlantılarla yükselmiş, bir anda ikbal sahibi olmuş üst düzey bürokratlar… Yaltaklanmayla, dalkavuklukla üst makamlara tırmanmaya çalışan orta düzey yönetici takımı… En altta, çalışan, her gün daha çok çalışan, bir gün rahata kavuşma hayaliyle çabalayan, kanat çırptıkça kendini yiyip bitiren; asla zengin olamayacak, asla rahata eremeyecek milyonlarca insan… Sistemin çarklarından kaçabilmek, çarkların arasında ezilmemek için herkes ve her şey devamlı hareket etmek, kaçtığı makinenin çarkına su taşımak zorundadır.”

Yazar yönetmenin, insanları yiyip yutan sistemi bir vinçle simgelemesi, durup düşündüğü için çıldıran kahramanını seyirciden kopararak göklerde dolaşan yarı düşsel bir varlığa dönüştürmesi tabii ki tartışılabilir. Bana ilginç gelen -ve bu kesinlikle bir yargı değil- yıllardır politik tiyatronun hasını yapmış olan Genco’nun metnin insancıl boyutuna odaklanırken, Emüler’in toplumsal-siyası boyutu öne çıkarmayı yeğlemesi.

Bakış açısı ne olursa olsun, Erdal Beşikçioğlu’nun operatörlüğünü de yüklendiği vinçle neredeyse bütünleşerek, kimi zaman kovanın bir kenarına tünediği, kimi zaman izleyicinin yüreğini ağzına getirerek uçup koştuğu, hikâye anlatıcılığıyla fiziksel tiyatroyu harmanlayan kusursuz performansını tartışmak mümkün değil.

Mevsimin olmazsa olmazları, mutlaka izlenmesi şart iki çalışma.

Bu vesileyle Tatbitak Sahnesine İstanbul’a hoş geldin der, başarılarının daim olmasını ve Tanrıların tiyatrolarımıza Erdal Beşikçioğlu gibi deliler ihsan etmelerini can-ı gönülden dilerim. Hepinize iyi seyirler.