GENÇ KALEMLER: Can yakma dürtüsü

Etrafıma baktığımda, şu sıralar her yerde kan görüyorum, ölüm görüyorum, hüzün görüyorum. Birbirine acı çektiren insanlar, yıpranmış bedenler ve insanlar, insanlıktan yoksun, vücutlar görüyorum.

Gençlik - Eğitim
21 Aralık 2015 Pazartesi

Lori Kohen

 

 “Normal” dediklerimize yakıştıramadığımız bu vahşet duygusu, bu kadar çok insana nasıl bulaşmış, kanlarına girip zehirlemiş diye düşünmekten alamıyordum kendimi. Sonra insanlarda bulunan can yakma içgüdüsünün ve evet “içgüdü”, çok sessiz fakat çok anlaşılır, enteresan ve biraz da rahatsız edici bir biçimde ortaya konduğu bir performansa rastladım: Marina Abramovic’in ‘Ritim 0’ı. Abramovic bu performansta altı saat boyunca bir odada hareketsizce, adeta trans halinde duruyor; sanatçının tepkisizliği izleyicileri ona veya etrafında istediklerini yapmaya davet ediyor. Abramovic’in önünde izleyiciye takdim edilen çeşitli objeler var; bir silah, iki mermi, güller, makas, fotoğraflar, tüyler, rujlar ve botlar gibi. Başlarda izleyiciler Abramovic’in tepkisizliğini sadece gözlemliyorlar, katılmaya, bir hamle yapmaya isteksizce; bir nevi, sanatçının olduğu gibi kalıp kalmayacağından emin olmaya çalışıyorlarmış gibi. Fakat zaman geçtikçe ve sanatçı sessizliğini metanetli duruşuyla sürdürdükçe, izleyicilerin şiddete yöneldiği, kıyafetlerini yırtmaya, onu cinsel olarak taciz etmeye, dolu tabancayı doğrultmaya ve meme uçlarını kesmeye başladıkları gözleniyor. Abramovic tepkisiz, hiçbir şey yokmuş gibi. Çoğu insanı ele geçirmekle suçlanan güç, hâkimiyet ve üstünlük hisleri, izleyicilerde vahşi ve doyumsuz bir egemenlik isteği doğuruyor besbelli. Kendilerine verilen hâkimiyeti sömürüyorlar; söz konusu oracıkta savunmasız duran yabancı bir kadın olsa bile, belki de özellikle. Abramovic’in kendini tehlikeye atma pahasına, acı çekme ve kendi insani değerini yok sayarak sanat yaratma çabasından ve psikolojik gücünden etkilenmemek, onun ifadesiz yüzünde bir acı belirtisi, insanlığın bu tiksindirici durumuyla karşılaşınca hissettiğim hüznü aramamak elden gelmiyordu; kendi iyiliğini düşünmeksizin bu yabancıların ‘insanlığına’ güvenmişti. Performansında insanların ne denli tehlikeli olduğunu ve üstünlük kurma, can yakma arzularını adeta test eden sanatçının içinden, acının ve yozlaşmanın üstesinden gelebilen bir kuvvet açığa çıkar; derisine batırılan gül dikenleri, kesilen meme uçları ciddi bir fiziksel acıya sebep olmasına rağmen o tepkisiz kalarak yüzeysel acının üstüne çıkar; asıl acı olan vahşetin, herkes de var olan sömürme arzusunun hedef tahtası. Onun teslim oluşundan ve sessizliğinden faydalanan izleyiciler insan tabiatındaki bu bozulmanın, belki de birçok tarihi olayın toplumsal şiddet ve yıpratma güdüsünün, en basit ortaya çıkarılışıdır. Belki de en trajikomik tarafı, bu durumun sadece insanın kendinden daha güçsüz ve çaresiz bir varlıkla yüzleştiğinde ortaya çıkmasıdır. Altı saatin sonunda, performansını bitirmek için Abramovic hareket ettiğinde çevresindekiler bağırarak ondan kaçar, uzaklaşır. Bir insan ne kadar yıpranmış olabilir ki kendinden kuvvetsiz, savunmasız birine zarar vermek “istesin”? Bu şekilde mi güç kazanılmalıdır ya da güç müdür? Sana zarar vermeyen birini yıpratmak mıdır? Abramovic o odada sadece “var olmaktadır”; insan doğasına ayna tutmak için gösterdiği irade ve cesaret ve izleyicilerin gittikçe kızışan eylemlerini etkilemeden, karşılık vermeden sessizce yönetmesine tanık olmaksa aydınlatıcı bir deneyim. Ben ne olursa olsun, insanlığın bundan ibaret olduğuna kendimi inandıramıyorum. Böylesi bir kötümserliğe kaptırırsam kendimi, önümde oluşacak kasvetli, ürkütücü ve acıklı geleceği ne kabullenebilirim, ne de bununla yaşayabilir, buna dayanabilirim gibi hissediyorum. Abramovic’i istismar edenlere, IŞİD terörüne, Paris, Ankara ve Baga’daki katliamlara rağmen ben hâlâ insanlığın galip geleceğine inanıyorum, buna inanmak istiyorum ve buna inanmak zorundayım ve yanılmaktan çok korkuyorum.