Haber merkezlerinin favori haberlerinden biri “CHP yine karıştı” başlıklı olanlardır herhalde.
İkincisi de muhtemelen “CHP’de olağanüstü kurultay sesleri.” Tartışma kültürünün pek yerleşmediği ülkemizde, tartışmalar da sığ oluyor tabii, sözgelimi kimse Beşiktaş’ın nasıl futbol oynaması gerektiğini konuşmuyor, herkes forvete kim gelsin, teknik direktör kim olsun diye tartışıyor. Maalesef bu sığlık siyasette de aynen devam ediyor, Galatasaray’ın kötü geçen her sezonundan sonra Fatih Terim’i Mesih bekler gibi beklemesi gibi, partilerde de belli dönemlerde belli isimler ‘kurtarıcı’ oluveriyor. (Hikâyenin sonunun ne olduğunu Fatih Terim üzerinden siz düşünün.)
“Genel başkan kim olsun?” sorusu üzerine düşünüldüğü kadar, örgütsel yenilenme üzerine düşünülmüyor mesela veya neden genç nüfusu bu kadar çok olan bir ülkede gençlerin siyasi partilerde görev almadığını, alamadığını, hatta yer yer görev almaktan kaçtığını sorgulayan yok. Kadın örgütleri dahi sadece genel seçimlerde kadın adayların yarı yarıya olması için bir aralık görünür oluyorlar, ancak vekil aday listelerini oluşturan karar mekanizmalarında kadınların varlığını sorgulamak es geçiliyor: “Ah, kimselerin vakti yok, durup ince şeyleri anlamaya.”
CHP’de kurultay olağan mı, olağanüstü mü olsun tartışmaları her kanalda ilk haber olurken, ki CHP’nin ilk ve önemli haber olması ancak karışıklık görüntüsü gösterilmek istenirse mümkündür ana akım medyada, aldım elime Ercan Kesal’ın tazesini: Nasipse Adayız. Kesal, siyasetin siyaset konuşulmayan yanını, siyasetin vatandaşta yaptığı ilk çağrışımı, yani ikbal hesaplarını Dr. Kemal üzerinden oldukça tatlı bir dille öyküleştirmiş. Kendi halinde bir adamken bir anda birileri tarafından aday olarak işaret edilen Kemal, bir ümitle girdiği siyasette hırsına yenik düşüp içindeki kötüyü çıkarınca bir nefret odağı olacakken, hikâyenin sonunda yaralarını sarmak isteyeceğiniz zavallı bir adamcağıza dönüşüyor. Nasıl?
Türkiye’de insan ömrünün her dönemi için hayat kalitesini düşürecek sorular icat edilmiştir: “Büyüyünce ne olacaksın?”, “Hangi üniversiteyi istiyorsun?”, “Ne iş yapacaksın?”, “Evlilik ne zaman hayırlısıyla?”, “Çocuk ne zaman geliyor?” soruları hayatlarımızı sırasıyla mahveder. Tüm bu soruları atlatmış, hayatınızı düzene oturtmuş, bir de memleketi düzene oturtalım bakalım diye heyecanla siyasete soyunacağınız zamanlar için de memleketim insanı sorular üretmiştir: “E hayırlısıyla bu seçimde seni de aday görürüz inşallah?” Bu, güya iyi niyet kokan cümle de çocukluğumuzdan itibaren cevaplamak zorunda bırakıldığımız yukarıdaki sorular gibi insanı darlayan bir cümledir, dikkatli olmazsanız bu cümleyi kuranın yüzündeki alaycı ifade hafiften sinirinizi bozabilir: Bu da sizi hırslandırabilir! Kemal’imiz de hırsından mustarip, belki de o yaşına kadar hiç bilmediği bir yanını, ismi belediye başkan adayları arasında geçmeye başlayınca kötü bir şekilde keşfediyor, sevgisi bile ‘siyasileşiyor’, bekâr erkek adayların şansının düşük olduğunu öğrenen adayımız eski karısına göz kırpıyor, başkaları adına utanmayı yaşıyorsunuz. Yine aynı kadın, tüm harala güreleden sonra dönüp dolaşıp geldiği kürkçü dükkânı oluyor.
Kemal bir kere çıktı piyasaya, peki bu işler öyle kolay mı? Bir ismi telaffuz edip arkasına sığınarak iş görmek, ondan geçinmek ne güzel: İlk başarısızlıkta ilk firar edecekler en erken gelenler oluyor doktorumuzun yanına, asistanı, basın sorumlusu vs, ‘siyaset profesyonelleri.’ Ama garibimin çilesi bunla da bitmiyor, sürekli davetiye satın alıyor, malum her davetiye bir oy. İşin acıklısı, Kesal’ın kitabın açılışındaki sözleri, bu kurgunun nasıl da bugünün kurgusu olduğunu gösteriyor: “Bu kitapta anlatılan tüm olaylar ve kişiler kurmacadır… Hayatımız gibi…” Siyasetçiye güvenin en az olduğu toplumlardan biri bizim toplumumuz ve siyasetçiyi düzeltip iyi siyasetçiler çıkartmaktansa, bulduğu siyasetçiden nemalanmaya yönelik bir siyaset algımız var. Bunu siyasette aktif olmaya başlayalı beri yaşıyorum ve etrafımda da üzülerek gözlemliyorum, hak arama talepleri iş arama taleplerinin yanında hesaba katmaya değmeyecek kadar az miktarda, yazık.
Kemal bir yandan Başgan’la samimiyet geliştirmeye çalışıp kendini Ankara’dan gelen Bir Numara’ya göstermek için çabalarken, öte yandan alkollüyken kaza yapınca şoförünü çağırıp üstlenmesini sağlayacak kadar siyasete uyum sağlıyor. Bunu yaptıktan sonra şoförüne haksızlık yaptığını düşünmek yerine, bu durumun açığa çıkıp çıkmamasının adaylığını nasıl etkileyeceği üzerine kuruntu yaparken buluyoruz Kemal’i. Siyasette düşülebilecek pek çok çukur varsa, bu ilkidir herhalde.
Aday adayımızın adaylaşamayışının hazin öyküsünü okuyoruz. İlk gençlik yıllarınızda şört ettiğiniz sevgilinizden ya da hoşlandığınız çocuktan umutsuzca, şuursuzca ve takıntılı bir biçimde telefon beklemişsinizdir ya, işte o şekilde beklerken buluyorsunuz Kemal’i ve iş sevdiği kadını sevgisinden öldüren katil erkekler misali, adayı belirleyecek Başgan’ın evine içkiyle kaçak ziyarete kadar varıyor.
Oysa Kemal bir doktor; modernitenin en önemli aktörlerinden biri, toplumu iyi etsin diye var olan doktor, toplumun gadrine uğruyor: Bin bir emekle ortağı olduğu hastane, parti ve partililerce bir ‘kaynak’ olarak görülüp amiyane tabirle ‘yağma’ya uğruyor: Nasılsa ‘bal tutunca parmağını yalayacak ya’, yemeden önce yedirmesi gerekiyor Kemal’in. Efendi doktor içine düşüverdiği ilişkiler ağında parasının yanında kişiliğini de kaybediyor, içine girdiği yeni topluluk onu kendisine benzetiyor. Kesal’ın kitabı, kuru kuruya isimler üzerinden siyasi eleştiri yapmanın da anlamsızlığını bizlere gösteriyor. Nitekim düzen kötü kurulmuş, içine düşeni bozuyor, bozulmayan da ilerleyemiyor. Kötü siyasetçi kendi başına bir aktör değil, toplumsal birikimin bir sonucu olarak görülmeli, bunu gösteriyor bize Kesal, sağ olsun. Zira “Siz nasıl olursanız yöneticileriniz de öyle olurlar”