Antep’ten Atlanta’ya uzanan yaşam öyküsü

Abdullah Kutlar, 1947 yılında Perihan Barlas Kutlar ve Cevat Kutlar’ın ilk çocuğu olarak dünyaya geldi. Ailede çok sayıda doktorun olması belki de geleceğini şekillendirdi.

Söyleşi 0 yorum
19 Ağustos 2015 Çarşamba

Selin MİLANO BARLAS

 

Parlak ve çalışkan bir doktor olan Kutlar siyasi atmosferin daima çalkantılı olduğu ülkesinden 80’lerde ayrıldı ve tıbba daha iyi katkı sağlayabileceğini düşündüğü ABD’ye göç etti… Beyin göçü gerçek manada bu olsa gerek… Türkiye her zaman olduğu gibi siyasi kavgalarla boğuşurken çok önemli bilimadamlarını kaybetti ama başka ülkeler onları kazandı… Kutlar sınır, ülke, ırk, din, dil ve cinsiyetten çok öte bir yerde yani bilimin dünyasında karanlık noktaları aydınlatma çabası içinde. İnsanların hastalıklarına çare arıyor ama burada ama orada… Bu ülkenin çocuğu olarak doğdu ama dünyaya hizmet etmek için kendine yuva olarak laboratuarları seçti ve sonunda şartlar onu fırsatlar ülkesine götürdü…  

Kendisi gibi doktor olan eşi Ferdane Hanım ile Atlanta’da yaşıyor.

Sayın Kutlar kendinizi tanıtır mısınız? Nerede doğdunuz, büyüdünüz ve eğitim gördünüz?

Antep’te doğdum fakat eğitim hayatım Ankara’da geçti. Ankara Koleji ve arkasından Ankara Tıp Fakültesini bitirdim. 70’lerin başında İstanbul’a geldim. İstanbul Tıp Fakültesinde İç Hastalıkları ve Hematoloji Hastalıkları yan dalı ihtisaslarımı tamamladım, hemen ardından uzman olarak çalışmaya başladım. 70’lerin sonunda Türkiye tabii çok kötü bir döneme girdi. O zaman üniversitelerde beş kuruş para yoktu.

 

O yıllarda yanılmıyorsam Amerika’ya gittiniz…

Evet, 81 yılında Amerika’ya gittim… YÖK yasası çıkmıştı ve ben doçentlik gibi bir takım şeylerden faydalanamadım… Amerika’ya gittim doçent oldum. İki yıl sonra döndüm. 83 yılıydı ve 12 Eylül’ün ardından seçimleri Özal kazanmıştı. Birşeyler değişiyordu fakat şartlar hâlâ iyi değildi. Kadro alamadım. Geçinmem gerekiyordu ve durum bunun pek mümkün olmadığını gösterdi…

 

Temelli gidiş bunun ardından olsa gerek…

Evet… 1984 yılında şimdi bulunduğum hastaneye gittim. Gidiş o gidiş…

 

Tıp için ülke değiştirmek… Bu tıp aşkı ailenizin her iki tarafından gelen doktorlar sebebiyle olabilir mi? Genetik bir yatkınlık mı? Dedeniz Mecit Barlas, Antep harbinde çok önemli hizmetlerde bulundu… Sizce bunların etkisi mi sizi tıbba itti?

Bu soruyu kendime çok sordum… Ailemin tıpla bu kadar haşır neşir olmasının muhakkak etkisi olmuştur. Biyoloji ve tıbbı çok sevdim. Dünyaya bir daha gelsem kesin yine doktor olurdum… İşimi seviyorum ve hiç bir gün pişman ya da şikâyetçi olmadım…

 

HEMATOLOJİ ÇALIŞMALARI

Neden hematoloji?

Çapa’da iç hastalıkları ihtisasımı yaparken hematoloji çok iyi bir bölümdü ve uluslararası şöhreti olan şahane bir öğretim üyesi doktor vardı; Muzaffer Aksoy. Onunla bir süre çalıştım ve tez yazdım.

 

Teziniz ne üzerineydi?

Kalıtımsal bir tür kan hastalığı idi, kırmızı kan hücreleri üzerineydi… Bulguları taşıyan aileler üzerinde çalıştım. Tabii o yıllarda yani 70’lerin sonunda teknoloji ve imkânlar çok ileri değildi… Tezim genetik bir hastalık üzerine yazılmış laboratuar sonuçları ile süslenmiş bir araştırmaydı… Fakat bu araştırma beni Amerika’da şimdi bulunduğum yere getirdi. Bulunduğum yer hematoloji dalında çok ciddi çalışmaları olan bir yer…

 

Tezinizden sonra neler üzerinde çalıştınız?

Hemoglobin denilen kırmızı kürelerin içinde bulunan, oksijen taşıyan ve kana rengini veren protein üzerinde çalışmalarda bulundum; hastalıklar üzerinde araştırmalar yaptım. Böylece ilgi alanımı belirlemiş oldum…

 

Ne zaman bölüm başkanı oldunuz?

1994 yılından beri Hematoloji Bölüm Başkanlığı yapmaktayım... 20 yılı devirmişim…

 

Birşeyi merak ediyorum, kanda bir problem çıktığı zaman bütün vücuda etki ediyor mu? Neticede kan tüm organları besleyen belki de vücuttaki en büyük organ...

Bu doğru… Kanda bir problem olması başka şeyleri etkileyebiliyor… Her organı gezen ve besleyen sizin tanımınızla gerçekten ‘en büyük organ’…

 

COĞRAFYA VE GENETİK

Belirli coğrafi bölgelerde belirli kan hastalıklarının daha sık görüldüğü tezi doğru mu? Tabii bu her hastalık için geçerli… DNA ve coğrafya, meyil meselesiniz etkiliyor mu?

Özellikle benim çalıştığım hastalıklarda genetik faktör çok etkin. Şimdi üzerine çalıştığım ve merkezini yönettiğim Orak Hücre bu meseleyle alakalı… Gerek Orak Hücre Anemisi olsun gerek Akdeniz Anemisi konularında olsun kalıtsal bir takım eritrosit (kırmızı küre) hastalıkları belirli bölgelerde çok görülüyor. Haritaya baktığımızda bu bölgeler daha çok subtropik bölgeler.

 

Nedeni nedir?

Nedeni bu bölgelerde yüzlerce hatta binlerce yıldır sıtmanın yaygın ve etkili olması. İşin ilginç tarafı bu genetik defektleri taşıyan kırmızı küreler (eritrositler) sıtmaya daha dirençli. Yalnız taşıyıcılar… Normal kırmızı küre taşıyan hastalar sıtmadan öldüğü halde bu defektleri taşıyanların bu hastalıktan aynı oranda ölmediğini görüyoruz. Sebebi hâlâ çok bilinmemekle beraber bu genetik defekt bir yaşam avantajı sağlıyor… Ülkemizde de görülen bir genetik defekt.

 

O zaman bazı hastalıklardan insanların geldiği coğrafyayı kestirebiliyoruz…

Doğru. Afrika, Hindistan ve Güney Doğu Asya’ya kadar uzanan Malaria Kuşağı dediğimiz kuşakta hemoglobin hastalıklarına çok yüksek oranda rastlıyoruz.

 

Eğer her hastalık genetik bir takım etkenler sebebiyle çıkıyorsa kilit mesele gene yapılan müdahaleler ile kanser gibi çözümü güç hastalıkları yok etmek midir? Gen ile oynanırsa her hastalık yok edilebilir, ameliyatlar önlenebilir mi?

Tabii son 15-20 yıl içinde kanser genetiği konusunda çok ciddi ve önemli araştırmalar yapıldı. Yalnız burada genetik derken klasik anlamda anladığımız genetikten farklı düşünmek lazım. Kalıtsal anlamda benden sana geçen değil, hücrelerin içindeki genlerden bahsediyoruz. Bunlar çoğunlukla kazanılmış mutasyonlar oluyor. Yani anamızdan babamızdan -onlar da etken fakat- değil de çevrenin etkisiyle değişime uğramış genlerden bahsediyorum veya hücrelerin bölünmesi esnasında meydana gelmiş hatalardan dolayı oluşan problemler gibi şeyler genetik faktöre dahil tabii… Bir veya bir seri değişiklik sonucunda kanser meydana geliyor… Bazı kimselerde çok spesifik genetik anomali görülüyor, tabii bu da yatkınlık olabiliyor ve genetik anomali tırmanabiliyor.

 

Ne gibi tedavi yöntemleri çıktı gen konusunda?

Son 10-15 yılda bilinen genetik hedeflere müdahale etmek konusunda ‘Targeted Therapy’ dediğimiz tarz tedaviler meydana geldi. Tabii bunun klasik kemoterapiden farkı şu; kemoterapi bütün çoğalan ve bölünen hücreleri öldürüyor, iyi/kötü veya normal/anormal farketmeden. Kemik iliğinde, bağırsak hücrelerinde, saçta, kanda ve bir takım başka yerlerde de hücreleri öldürüyor… Targeted Therapy’de ise bu yan etkiler bu kadar güçlü ve geniş olmuyor çünkü sadece genetik anomali hedef alınıyor.

 

Bildiğimiz hangi hastalık türlerinde bu Targeted Therapy kullanılıyor?

En etkili olduğu hastalık kronik miyaloit bir lösemi türü ve hakikaten bir çığır açtı…

Genetik faktörlerin yanı sıra radyasyon gibi dış etkenlerin de kanser hastalığında çok etkin faktörlerden biri… Yani yalnızca genetik veyahut yalnızca dış etken diye adlandırmak biraz zor…

 

Komplo teorilerini çok seven bir ülkedeyiz… Kanserin tedavisinin bulunduğunun ancak ilaç firmalarının birçoğunun talep ve satış problemi çekme tehlikesi sebebiyle bunların piyasa sürülmediği söyleniyor… Doğruluk payı var mı?

Pek doğru değil. Birincisi mantık olarak yanlış. Bu hastalıktan çeken çok insanın olduğunu düşünürsek, insanların tedavi olması için firmalar bu ilaçları piyasaya sürer. Mesele para ise bu hastalığın yaygın olması dolaysıyla çok büyük paralar kazanılır. Bulunsa emin olun piyasaya sürülür… Ancak olayın bir sosyopolitik boyutu var ya da değişik bir bakış açısı belki de... Örnek olarak Afrika’daki AIDS salgınını ele alalım. Batı’da bu ilaçlar son derece pahalı. Ama uzun yıllar sonra felaket boyutuna geldiği için, kâr peşinde koşmakla suçladığımız ilaç firmaları dahi AIDS ile mücadele için kolları sıvadı. Bir konsorsiyum oluşturuldu. Aralarında Bill Gates gibi insanların olduğu bu grup Batı’daki fiyatların onda birine bu ilaçları Afrika’ya temin etmeye başladı. Bunun yolları, yöntemleri ve önlemleri üzerine kafa yoruluyor. Politik felsefe bakımından hangisi tıbben daha ahlakidir tartışılır fakat bu adım da mühim bir adımdır… AIDS ile mücadelede büyük bir adım atılmıştır.

 

 

TÜRKİYE - ABD

Size ve Amerika’ya geri dönecek olursak… Senelerdir uzaktasınız. Türkiye ve Amerika arasında tıp ile ilgili karşılaştırma yapacak olursak sizce nasıl bir tablo çıkar? Teknoloji, bilgi, araştırma ve imkanlar dahilinde düşününce nasıl farklar var? Sağlık reformlarında fark var mı? Beyin göçünün sebebi teknoloji mi? Şartlar mı?

Ben gittiğim zaman teknolojinin ve şartların üstünlüğü tercih sebebi idi. Tabii başka önemli bir faktör bizim üniversitelerimizdeki kısıtlamalar. Burada bulunmadığım 30 sene içinde ilerlemeler olmuştur fakat üniversitelerin koşulları halen olması gerektiği düzeyde değil. Buna rağmen her dalda araştırmalar yapan çok kıymetli doktorlar var ancak imkânlar kısıtlı olduğundan ilerleme de kısıtlı kalıyor. Araştırmaya yapılan yatırımlar ve destek fonları Batı’ya göre az tabii…

 

Teknolojiden bu ülkede kimler yararlanabiliyor? Herkes bu tedavilerden faydalanabiliyor mu? Ve de neden araştırmalara yatırım yapılmıyor? Bir ülke neden bilime yatırım yapmaz?

En son teknolojiyi burada görmekle beraber yaygın olmadığının da altını çizmek lazım… Büyük şehirlerde ve üniversite hastanelerinde bu imkânlardan istifade edenler daha çok tabii… Küçük şehirler için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Üniversitelerimizde fazilete dayalı eğitim yapma kaygısı yok. Politik görüşünüz veyahut kimi tanıdığınız ne yazık ki yetenekli ve bilgili olmanızdan daha büyük rol oynuyor… Batı ülkelerinde araştırmacıların itici rolü belki de ‘peer review’ yani akranlarınızın sizi denetlediği, sürekli üretmek, çalışmak ve bildikleriniz üzerine düşünmeniz gereken bir sisteme oturtulmuş bir yapının var olması... Bu terbiyede yoğrulmuş insanlar var Batı’da. Ülkemizde hâlâ bu sistem oturtulamadı. Oturacak gibi de durmuyor. Burada muktedir birini tanımak veya akraba tanıdığı ile iş yapma kültürü liyakat üzerine sistem kurmaya engel oluyor. Şahane bir buluşunuz olabilir ancak buluşunuzdan ziyade örneğin TÜBİTAK’ta kimi tanıdığınız fon almanıza etkili oluyor. Şimdi böyle bir düzende bilim ne kadar gelişebilir? Size soruyorum…

 

Ben de pek ümitli değilim ondan bir şey diyemiyorum…

Maalesef üniversitelerin geleceğini iyi görmek mümkün değil. Ümitli olacak bir şey yok. Eğitim sistemi çok dikkatlice ele alınması gereken ve en çok yatırım yapılması gereken yer. Bakınız bilim yoksa konuşacak birşey yok… Bilimin olmadığı yerde hiç birşey gelişemez.

 

Bu arada Batı derken…

Batı derken yalnızca Amerika değil Avrupa’nın birçok ülkesi de önemli araştırmalar yapıyor. Ülkemizde de yok değil, altını çizmek lazım… Türkiye’de münferit girişimler sonucu olan araştırmalar daha yaygın. Devlet desteği ve fonlar yetersiz. Ondan mahdud kalıyor… Bunu değiştirmek lazım.

 

Tarih okumuş biri olarak bütün resme bakınca galiba en büyük sorunumuz Rönesans, aydınlanma ve Sanayii Devrimi gibi yaşamış ülkelerle yarışmaya çalışmak bizim talihsizliğimiz diyebilirim. Biz batılı olmayı veya aydınlanmayı biraz tersinden aldık sanki… Bilimi ve fikri alacağımıza AVM’yi aldık galiba…

Çok doğru... Global bakınca zaten mukayese ile bunu görebilirsiniz. Bilim kültürümüz gelişmiş değil… Bunu inkâr etmek saçma olur.

 

Sormayı ve sorgulamayı beceremiyoruz ki…

Bilimin temeli zaten sormak sorgulamak… Düşünce özgürlüğünün olmadığı bir yerde bilim olamaz. Bunlar olmadığı sürece yalnızca dışardan teknolojiyi alarak kalırız… Üretmeden tüketen konumunda kalırız. Fikir ve bilgi üreten olmak Batı’nın elindeki en büyük güç…

 

Şimdi ne üzerinde çalışıyorsunuz? Duyduğuma göre Amerikan hükümeti Akdeniz Anemisi üzerinde çalışmanız için yakın zamanda ciddi miktarda bir destek vermiş…

Daha öncede belirttiğim gibi çok spesifik bir konuda çalışıyorum. Konum kan olduğundan eritrosite (kırmızı küreye) bağlı hastalıklar ve onun içindeki hemoglobinin, orak hücre diye adlandırdığımız, ülkemizde ve Amerika’da çok yaygın görülen bir anomali. Birçok organı ve hastalığı etkileyebilen birşey tabii bu…

 

Mesela?

Mesela beyin; orak hücreli çocuklar çok küçük yaşlarda inme geçirebiliyorlar. Akciğer, karaciğer, böbrek ve iskelet sisteminde ciddi problemler doğurabiliyor. Bu hastalık bir mutasyon veya anomali kaynaklı ancak birçok organda aksaklığa ve sıkıntıya sebep olabiliyor. Bunlardan bir tanesi, orak hücreli eritrositler daha erken parçalanmaya yakın, ondan hemolotik anemi dediğimiz kırmızı hücrelerin hızlı yıkılmasına bağlı bir anemi cinsi. Kansızlık söz konusu oluyor.

Bu projeyi almak için bizim bulunduğumuz tıp fakültesinde çalışan, kendisi hematolog olmayan ancak endotilin uzmanı olan bir temel bilimci arkadaşımızla bir araya geldik ve başvurduk. Proje önerimizi sunduk. Tüm ABD’den 36 sunum vardı, 8 proje kabul edildi. Bizim projemiz de bu sekizin arasındaydı. Ulusal Sağlık Enstitüsüne proje sunuyorsunuz ve çıkar ilişkisi olmayan uzmanlar fikirleri değerlendiriyor. Hangi proje bilimsel açıdan beğenilir ve önemli görülürse onlar seçiliyor.

 

Siz de bazen proje seçen uzmanlar kurulunda oluyorsunuz…

Tabiatiyle... Hepimiz için her dalda yeni olan şeyleri takip etme ve işimize birçok açıdan bakmayı öğreten bir terbiye bu… Dünyadaki birçok sistemden daha adil bir sistem… Yöntem ve bilgi sorgulayan bir sistem, o açıdan iyi işliyor… Evvela birçok doktorun oturup tartıştığı fikir ürettiği bir ortam… Rekabet için güzel disiplin. Ulusal Sağlık Enstitüsüne sunulan projelerin fon alma oranı yüzde 5-10 arasında. Ulusal Kanser Enstitüsü yüzde 5-6 arasında destek alıyor. Oysa ben Amerika’ya gittiğimde verilen fon yüzde 30 civarıydı…

 

Ekonomik sıkıntı bilimi ve sağlığı da kötü vurdu diyebiliriz…

Etkilemez mi? En büyük endişe konularından biri genç araştırmacıların şevkini kırmadan nasıl bu işi yönetiriz. Böyle rekabetin çok olduğu ve imkanın kısıtlı olduğu alanlarda bilim adamlarını sistemin içine dahil etmek zor…

 

Projelerin de tabiri caiz ise son kullanma tarihi oluyor değil mi? Sizin projeniz 5 yıl için maddi destek aldı, değil mi?

Şimdi doktoranızı aldınız, araştırmacı olarak bir üniversiteye gireyim dediniz. Üniversite size üç yıllık bir araştırma fonu veriyor. Bu üç senenin sonunda sizden araştırmanızı destekleyecek fon aramanız bekleniyor. Çoğu destek Ulusak Sağlık Enstitüsünden oluyor ama başka kuruluşlar da destek verebiliyor. Bu rekabet ortamı genç araştırmacılar üzerinde çok ciddi bir baskı oluşturuyor.

 

Başka birşey sormadan edemeyeceğim. Astronomik bir ücreti var tıp okullarının. Bu da insanı sistemi sorgulamaya sebep oluyor. Yalnızca parası olan çocuklar mı okuyabiliyor yoksa parlak çocukların da en az zengin çocukları kadar şansları var?

Amerika’yı mı Türkiye’yi mi konuşuyoruz?

 

Amerika’yı…

Evvela Türkiye’deki gibi değil sistem. Türkiye’de liseden çıkıp hemen tıp eğitiminize başlanıyor fakat Amerika’da pre-med veya college dediğimiz üniversitelerde tıbbı destekleyecek bir altyapı eğitimi alınıyor; ardından ancak tıbbiyeye girebiliyorsunuz. Bir de Amerika şöyle bir kolaylık sağlıyor tıp öğrencilerine; kendi eyaletinizde kalıp okursanız burs alıyorsunuz. Ya çok parlak olacaksınız, ya babanız çok zengin olacak, ya da babanız devlet başkanı olacak öyle tıbba girecekseniz…

 

Bunca yıldan sonra mesleğiniz ile alakalı sizi hâlâ ne heyecanlandırıyor?

Yaptığım iş kendimi iyi hissetiriyor. Mesleğimi çok seviyorum. Araştırma ve laboratuvarda yeni şeyler bulmak muazzam bir his. Hasta insanları klinik olarak izleyen bir doktorum. Hayatlarını kurtarmak ve onları iyileştirmek pahabiçilemez birşey. Şimdi ben bu işi nasıl sevmeyeyim?

 

Önümüzdeki beş yıl, araştırmanızın bitmesinin ardından neler bekliyorsunuz, planınız nedir?

Araştırma işlerinde sonuç çıkması veya çıkmamasında spiral efekti olur genelde… Elde edilen veya edilmeyen bulgu başka birşeyi farketmemize sebep olur. Bu bakımdan bu beş yıl her şekilde verimli olacak. Yeni ipuçları başka kapılar açıyor…

 

YENİ TÜRKİYE

Uzun yıllar Türkiye’den uzak yaşadınız… Bıraktığınız gibi mi? Nasıl buluyorsunuz Türkiye’yi?

12 Eylül askeri darbesinin ardından ayrıldım Türkiye’den. Korkunç baskıcı bir dönemdi ve insanlar hapse atılıyordu. Tabii bir takım adımlar atıldı ve dünyaya açılma oldu. Şeklen İstanbul bir modern şehir oldu hatta bir dünya şehri oldu… Bu yüzeysel bakış ile öyle… Öbür taraftan bireyin hakları konusunda çok ciddi sıkıntılar var. Son gelişmeler ise bunu gösteriyor. Devletin içindeki farklı yapılanmalar ve bunların arasındaki güç savaşları endişe verici. İyimser olmak güç.

Türkiye’nin yurtdışındaki itibarı ve yabancı basın ile olan münasebetleri iç açıcı değil… Yükselen değer olarak görülen bir ülke iken şimdi çizilen tablo büsbütünüyle farklı…

 

Sizinle kuzenliğimiz Antep’ten ve her Antepli bilir ki ne yemek ne kültür unutulabilir birşey değil. Üzerimize sinmiş desek pek de abartmış olmayız. Antep sizin için ne ifade ediyor?

Antep’te doğdum ve büyüdüm. Lise yıllarında yaz tatillerinde çok gittim ve kaldım. Bağım hiç kopmadı. Antep kültürü benim genlerimde var. Eşim bana çok şaşar, kuzenlerimle biraraya gelir gelmez hemen Antep ağzı konuşmaya başlarız. Antep’e gidince şimdi tanıyamıyorum. Globalleşme iyi yanları olan birşey olabilir ancak kötü yanı yerel kültürü öldürüyor. Yerel kültürü öldürmesi demek herkesin ve herşeyin tek tip olması demek. Her yer birbirine benzer oldu. Kendine has kimliği yitirdi çoğu yer ve kimse. Bu da üzücü birşey tabii.

 

Antep’i kelimeler ile ifade edecek olsanız…

Aile, gen, gelenek ve kültür derim… Bunca yıl yurtdışında kaldım, dünyanın birçok yerini gördüm ve şuna kanaat getirdim; insanın yerel kültürünü muhafaza etmesi çok önemli. Küreselleşme şeklen olmamalı. Problem orada. Bakış açısı küresel olmalı, kimliğimizi ve dokumuzu yitirmeden dünyaya bakıp dünyayı algılamalıyız…

 

Küreselleşmenin iyi bir tarafı var mı? Gülüyorum kusuruma bakmayın. Vardır tabii ama hasarı o kadar çok ve derin ki insan iyi yanlarını unutuveriyor…

Brezilya’ya, Fransa’ya veya başka bir yere gidince yerel lezzetleri tatmak asıl keyiftir, değil mi? Başka bir kültürü görmeden dünyayı tanısan ne olur tanımasan ne olur? Gidip fast food yemek değil ki mesele… Bir Antepli olarak küreselleşmenin yerel mutfakları yoketmesi tabii üzücü bir hadise. Yemek, kültüre dair çok şey söyler… İletişimin artması bakımından küreselleşme muazzam birşey… Herkes, her an irtibat halinde…

 

Aklıma şu soru geliyor; her an herkes ile irtibat halindeyiz… Her bilgiye hemen ulaşabiliyoruz… Sizce daha bilgili mi oldu dünya? İnsanlar daha mı iyi münasebet halinde irtibat halinde oldukları halde? Edebiyat dökülüyor… Herkes herşeyi bildiğini sanıyor ama aslında kimse birşey bilmiyor…  Bilgi eskiden zor ulaşılan birşeydi ve kıymetlidi. Şimdi ulaşılabilir ama cehalet daha çok ve daha koyu…

Çok doğru bir nokta. Bu tehlike hep var. Teknoloji beyni kullanmamaya yönelik bir düzen getirdi. Otomasyon tembelleştirdi herkesi. Bununla mücadele etmemiz lazım. Tembellik ve cehalet modern dünyanın tehlikelerinden. İnsanları düşünmeye itmek sorgulamayı getirir… Sorgulayan insan okur… Küreselleşme kültür tanımak ve kültürel zenginlik için lazım gelir. Farklı olanı dışlamamak, tanımak ve sevmek için olması gereken birşey küreselleşme. Ama görüyoruz ki fakir ile zengin arasındaki uçurum gittikçe büyüyor, cehalet artıyor ve savaşlar her gün hortluyor…

 

Belki de ekonomik düzen bize tehlike sinyalleri veriyor… Kapitalizme alternatif bir düzen lazım, bu çok aşikâr…

Kapitalizmin içinden gelen birçok insan sistemin tenkidini yapıyor. Ama kapitalizme alternatif bir sistem olduğunu iddia eden düzen çöktü. Bu konular üzerine kafa yoran çok önemli insanlar var. Mesela bir, Joseph Stiglitz. Stiglitz, Dünya Bankasının eski başkanı ve 2001’de ekonomi dalında Nobel Ödülü almış bir Amerikalı. Kitabında kapitalizm sosyal boyutuyla ele alınıyor. Kapitalizmin kayıp ve kazanç yönüyle değil başka bir tartışmayla yaklaşıyor. Bu düzenin içerisinde fakir ve zengin arasındaki uçurum nasıl azaltılabilir; bu tartışılıyor. Bana sorarsanız insanların en temel hakları ki bunların arasında sağlık olanaklarından eşit bir şekilde istifade etmek geliyor, bunları savunan ve insanı esas alan bir düzenin kurulu olması ilkesi en hayati şey.

 

20 sene sonra Türkiye ve dünya sizce nasıl olacak?

İlginç bir soru… Bu soruyu daha evvel sormuş olsaydınız Türkiye AB’ye üye olacak, GSMH 25 bin dolar düzeyine gelmiş olacak, bilim de çok ilerlemiş olacak gibi bir cevap verirdim. Mevcut düzen şimdi aksini gösteriyor. Hiç iyimser değilim. Umarım yanılıyorum. 20 yıl sonra Türkiye’de liderlik yapan kişiler twitter ve internet yasağı uygulamaya kalkabilir şimdi olduğu gibi… Ondan çok ümitlenmek istemiyorum…

 

Moralimiz iyice bozuldu… Azıcık keyifli şeylerden bahsedelim… Gezdiğiniz ülkeleriniz arasında nefesinizi kesen, kendinizi iyi hissettiren yerlerden bahseder misiniz?

Kesinlikle İtalya derim. Akdeniz kültürünün etkisinde olmamızdan mı bilemem ama yemeği, kültürü, gürültülü ve sıcak halleri ile bize benziyorlar bence… Kendimi orada çok iyi hissediyorum. Brezilya’ya 3-4 defa gittim. Aynı şekilde orada da kendimi çok iyi hissettim. Brezilya bize daha çok benziyor çünkü hâlâ gelişmekte olan bir yer… Sıcaklar ve gürültülüler, herhalde ondan yakın hissediyorum… Karışık bir memleket Brezilya; üç farklı ırk bir arada yaşıyor. Avrupa asıllı beyazlar, köle olarak zamanında gelmiş Afrikalılar ve yerlileri ile rengârenk, güzel bir yer…

 

Doktorluk ve araştırmadan kalan vaktinizde keyif için ne yapıyorsunuz?

Pek hünerli biri değilimdir. Hatta herşeyi kırıp dökmemle meşhurum. Son beş yıldır yemek pişiriyorum. Yemek kitabına bakarak yapıyorum tabii… Yemek yemeyi ve güzel bir kadeh şarap içmeyi çok seviyorum…

 

Bu aralar beğendiğiniz özel bir şarap var mı?

Şu ara özellikle Amerika piyasasında fiyatına göre ve kalitesine göre en kaliteli alabileceğiniz şaraplar güney yarım küre şarapları. Arjantin ve Şili şarapları hakikaten şahane. İspanyol şarapları da gayet iyi. Fransa ve İtalya muazzam ama çok pahalı. Beyaz şarapta favorim Yeni Zelanda.

 

Müziğe olan aşkınızı atlamayalım…

Müzik… Maalesef bir enstrüman çalamıyorum ama çok iyi bir dinleyiciyim. Boş vaktimde hep müzik dinliyorum. Klasik müzik tutkum… Mozart, Beethoven, Vivaldi vs. vazgeçilmezler tabii… Bence 20. yüzyılın en önemli müzisyenlerinden biri Dmitri Shoshtakovich. İlginç bir adam. Hayatını Stalin ile ve Stalinist rejim ile mücadele ile geçiriyor. Hatta eserleri yasaklanacak kadar… Siz düşünün… Müziğinde çağın hüznünü ve karamsarlığını çok iyi yansıtan ve ifade eden bir müzisyen. Klasik Türk Müziği’ni de dinlerim ve severim… En büyük Türk bestecilerinden biri, yaşadığı çağa göre Türk Müziği’nin Brahms’ı diyebileceğimiz Hacı Arif Bey ise en beğendiklerimden… Berlin Filarmoni’ye üye oldum. Digital Countryhall diye bir program bu. Senede 147 Euro verdiğiniz vakit her konseri canlı izleyebiliyorsunuz… Konusu tekrar açılmışken teknolojinin ve küreselleşmenin aklıma gelen en iyi tarafı da bu… 

1 Yorum