Tiyatro mevsiminin ardından

Geçtiğimiz mevsimin notlarına göz attığımda, görsel sanatlar açısından verimli bir sezon yaşandığını bir kez daha fark ettim. Sergiler, konserler, müzikaller, klasik ve caz olarak dünya çapında iki müzik festivali, başta !f ve İKSV olmak üzere ticari sinema dışında çok sayıda ilginç film izleyebildiğim sinema festivalleri ve geçen tiyatro festivali sonrasından bugüne kadar seyredebildiğim oyunlarla, İstanbul artık dünyanın önemli sanat merkezlerinden biri olmuş. Bol bol oyun izleyebildiğim için tiyatroya doyduğumu sanmayın. Görmeye fırsat bulamadığım en azından 15-20 oyun daha var. Önümüzdeki mevsimde tekrar sahneleneceklerini umarak geçen sezon önemli oyunlarına topluca bir göz atalım.

Erdoğan MİTRANİ Sanat
29 Temmuz 2015 Çarşamba

Benim için önemli iki keşif, geç de olsa, kısa geçmişlerine karşın İstanbul’un önde gelen iki tiyatrosu haline gelen iki toplulukla tanışmak oldu. Birincisi, 2013’ün ekiminde açılan ve o günden beri Asya yakasının en önemli sanat merkezi hâline gelen Moda Sahnesi.

1965 yılında Ankara’da doğan Kemal Aydoğan’ın, neredeyse bütün oyunlarını yönetmiş olduğu Oyun Atölyesi’nden ayrıldığında peşinden gelen Mert Fırat, Ulaş İnan Torun, Timur Acar, Onur Ünsal, İlksen Başarır, Bengi Günay, İrfan Varlı Işık, Selçuk Aydoğan, Erdal Çiftçi, Orhan Tozkoparan ve Barış Yaman’la birlikte eski Moda Sineması’nı yeniden inşa ederek kurdukları tiyatroda, açıldığı günden bu yana başarılı çalışmalar ortaya çıkarmışlar.

İlk olarak Danimarka prensi ‘Hamlet’in traji-komik öyküsünün, komiğin altını iyice çizerek trajiğe etkileyici biçimde ulaşan çok başarılı yorumunun yanında, bulvar komedisiyle, vodvile dönüşen hayatlar ve ilişkilerle dalga geçen, farklı bir alt metin olarak kutsal kitaplardan Meryem ile Yusuf’un öyküsüne de göndermeler yapan ‘Bütün Çılgınlar Sever Beni’ adlı oyun sahnelenmiş.

Ardından Kieran Lynn’ın şaşırtıcı komedisi ‘An Incident at the Border / Parkta Güzel Bir Gün’ gelmiş. Bir ilişkinin dinamiklerine derinlemesine bakışın ötesinde, toplumu yönetimi altına almış bürokrasinin, bölünmüşlüğün, ayrı bırakılmışlığın, kimliksizleştirilmişliğin bu keskin ve traji-komik yergisi, sınır, ayrılma, bağımsızlık, vatandaşlık, birey, özgürlük gibi günümüzün toplumsal ve siyasi kavramlarını zekice tartışmaya açarken, meramını sosyo-politik bir manifesto olarak değil çok eğlenceli bir güldürü olarak anlatmış.

Kemal Aydoğan, modern tiyatronun kült yazarlarından, Rimbaud’nun ve Jean Genet’nin duygudaşı Bernard-Marie Koltès’in, ölümünden kısa bir süre önce tamamladığı, vasiyeti sayılabilecek son oyunu ‘Roberto Zucco’yu sahnelemeye karar verince, Koltès’in müthiş karanlık öyküsünü, iç karartıcı bir drama olarak değil, kara, kapkaranlık bir traji-komedi olarak tonlamayı seçmiş. Kimileri için şaşırtıcı gelebilecek bu bakış açısı, içindeki şiddeti isyan olarak değil, yaşamın doğal rutiniymişçesine serbest bırakarak ahlâk kuralları yokmuş gibi davranan bu anti-kahramanın öyküsünü daha etkileyici, daha çarpıcı boyuta getirmiş.

Yılbaşından beri sahnelenmekte olan, Sibylle Berg’in ‘Hund, Frau, Mann / Köpek, Kadın, Erkek’, hayatı elinden kaçırmaktan korkan orta yaşa merdiven dayamış bir kadınla bir erkeğin yalnızlığın ve yaşlanma korkusunun beraberliğe biraz da zorlamış olduğu ilişkisinin, köpek olduğu için ilişkiyi farklı bir varlık olarak değerlendiren köpeğin gözünden anlatıldığı bir oyun. Bu, çağcıl insanın yalnızlığı, iletişimin olanaksızlığı ya da var olduğu sanıldığında bile nasıl yanlış temellere oturduğu, kadın–erkek birlikteliğinin, neredeyse imkânsız oluşu ile Antonioni’nin ünlü üçlemesinin dördüncü halkası olabilecek kadar karamsar öyküyü, Sibylle Berg, farklı ve keskin mizah duygusuyla, hikâyesini müthiş eğlenceli bir güldürü olarak anlatmış.

Moda Sahnesi’nin son çalışması, 1956’da Fildişi Sahili’nin eski başkenti Abidjan’da doğan, oyuncu, yönetmen, deneme ve oyun yazarı Koffi Kwahulé’den ‘Brasserie / Bira Fabrikası’. Sorbonne’dan tiyatro konusunda doktorası olan, 1977’den beri yazmış olduğu 20 kadar oyun dünyanın her tarafında sahnelenmiş, çok sayıda ödül kazanmış olan Kwahulé’nin izleyiciyi doludizgin, günümüzün küreselleşmiş dünyasını sorgulamaya, medyatikleşmenin getirdiği bulanık ve gülünç sonuçları deşmeye davet eden oyunu çığırından çıkmış, çıkarılmış bir dünyada yaşanmakta olan kaosun, ekonomik, politik, medyatik karmaşanın, herkesin gözüne sokularak kimsenin kendisini temize çekmesine de fırsat vermeden buruk ve ironik bir dille çizilmiş tavizsiz bir portresi.

Kemal Aydoğan, repertuarını oluştururken komedileri tercih ediyor, hatta ‘Hamlet’ ya da ‘Zucco’ gibi dramatik yapıda olanları bile komedi boyutunu öne çıkararak yorumlamayı yeğliyor. Komedinin Türkçe karşılığı olarak kullanılan güldürü kanımca eksik bir ifadedir. Komedi, amacı salt güldürmek değil, “güleriz ağlanacak hâlimize”  dedirtmek olan çok zor bir iştir. Güldürmek de ağlatmaya göre çok daha zor değil midir. Bence Aydoğan seçtiği bu zor yolda sağlam adımlarla yürüyor.

Tam bir repertuar tiyatrosu olarak Moda Sahnesi, tüm oyunlarını önümüzdeki mevsimde de dönüşümlü olarak sahnelemeye devam edecek. Yeni sezon yeni oyunlarının birincisi çevirisini yeniden yapmakta oldukları ‘Bir Yaz Gecesi Rüyası’.  Sabırsızlıkla bekliyorum.

İKİNCİ KEŞİF: D22

Yeni keşfettiğim ikinci topluluk, Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuarında öğrencilik dönemlerinde bir araya gelen üç genç tiyatrocunun,  Berkay Ateş, Can Kulan ve Emir Çubukçu’nun kurmuş olduğu D22. Seyirciyle 2013’ün mart başında eski Hamursuz Fırınında buluşan topluluk, ilk olarak konservatuardaki hocaları Meltem Cumbul’un seçtiği ve yönettiği, Martin Sherman’ın ‘Bent’ oyununu sahnelemiş. Cumbul oyunu,  Dachau’da  sarı yıldızlı Yahudilerle, aşağılık olma hiyerarşisinde onların bile altında kalan pembe üçgenli ‘bent’lere yaşatılanları aşan, 70 yıl önce yok olduğunu sandığımız, ancak uzunca bir süre yer altında gizlendikten sonra dünyanın her tarafında yeniden filizlenmeye başlayan faşist zihniyeti tokat gibi yüzümüze çarpan bir yorumla sahnelemiş. Baskıcı yönetimlerin, kendilerine benzemedikleri için farklı buldukları, dilleri, görünüşleri ve yaşam biçimleriyle ötekileştirdikleri tüm toplumsal sınıflara acımasızca saldırısını gösteren son derece de güncel ve -ne yazık ki- yabancısı olmadığımız rahatsız edici bir tablo çizmiş.

Sahnelenmeye başladığı andan itibaren tiyatro olayına dönüşen Bent’i, Berkay Ateş’in yazdığı ‘Yirmibeş’ ve ‘Karabatak’ izlemiş.

Berkay Ateş’e Savaş Dinçel Ödülleri’nde En İyi Yazar Ödülünü getiren Karabatak son derece politik bir metni, tek bir slogan atmadan, sadece insani boyutuyla çarpıcı bir şekilde aktarabilen, bir ilk oyunu olmasına karşın son derece sağlam, usta işi bir çalışma. Bent’te olsun, Yiğit Sertdemir’in yönettiği Karabatak’ta olsun D22’nin üç kurucusu, profesyonel olarak ilk kez sahneye çıkmalarına karşın, kuşaklarının en iyi oyuncuları arasında olduklarını gösteriyorlar.

Berkay Ateş’in yazdığı, yönettiği, zaman zaman şiirsel bir metnin eşlik ettiği bir dans tiyatrosu olarak tasarladığı Karabatak, Gezi’de yaşananların trajik boyutunu ortaya koyarken, bunu sadece orada yitirilenlere bir ağıt olarak görmeyerek, suya dalıp yok olduğunu sandığımızda bambaşka bir yerden tekrar su yüzüne çıkan karabatak simgesiyle, bir özgürlük şarkısına dönüşüyor.

Geçen mevsimi bu üç oyunla sürdüren D22, önümüzdeki sezona yepyeni çalışmalarla girecek.

İlk oyunlarını ayda bir kez de olsa tekrar sahnelemeyi de düşünüyorlar.

Genç yaşına karşın oyuncu, yazar yönetmen olarak fenomene dönüşmekte olan Berkay Ateş’in, Suriyeli sanatçı Amal Omran’ın biyografik öyküsünden yola çıkarak, 80 dakikalık trajik bir şiir olarak kaleme aldığı ‘Hak’ı da unutmayalım. Kumbaracı50’de Ayşenil Şamlıoğlu ve Berkay Ateş’in birlikte yönettiği Omran’ın tek kişilik performansı, dünyanın her tarafında süregelmekte olan savaşlarda pisipisine ölenler için yazılmış olağanüstü bir ağıt.

ALTIDAN SONRA TİYATRO

Altıdan Sonra Tiyatro, 15.kuruluş yılı için başlatmış olduğu, repertuarındaki bütün oyunları yepyeni yorumlar ve sahnelemelerle yeniden sunmaya devam ederken, kumbaracı50’de Altı Üstü Oyun projesinin dördüncü halkası, Mirza Metin’in yazıp, Cem Uslu’nun yönettiği, Sermet Yeşil’in iki farklı karakteri başarıyla yorumladığı tek kişilik ‘Aç Köpekler’i de sahneledi.

Altıdan Sonra Tiyatro, bu yıl birçok ortak prodüksiyona da katıldı.  Lokstoff!’la yeni ortak yapımı, ‘Sorunlu İnsan Kaynakları’ vahşi kapitalizmin iş dünyasına yansımasının sert eleştirisini, izleyicinin yüzünden gülümsemesini eksik etmeden, eğlendirerek, keyifle anlatan interaktif bir çalışmaydı.

Altıdan Sonra Tiyatro ve Theater an der Ruhr’un ortak yapımı, hem Almanya’da hem de İstanbul’da sahnelenen ‘Ekonomania’, iki ayrı dilde konuşan, iki ayrı milletten oyuncuların yorumladığı, İtalyan Roberto Ciulli’nin sahnelediği dört dörtlük uluslararası bir çalışmaydı.

Her şeyi ekonominin bir parçası olarak gören neo-liberal sürecin sonucu olarak, doymak bilmezliğimizle ürettiğimiz dev bir çöp dağında, bu kez çöpleri yemek zorunda olan bir gurup insanın, rasyonelleşmenin gelişimiyle duygularını, düşüncelerini ifade edecek kelime ve kavramları yavaş yavaş yitirmeye başlamalarını ve dilin yok olma sürecini ele alıyordu.

İKSV, Altıdan Sonra Tiyatro ve Pangar ortak yapımı olan ‘Soytarım Lear’, şarkılı, çalgılı, maddi sorunu olmayan değme ödenekli tiyatroyu kıskandıracak kadar başarılı, bir büyük prodüksiyon. İKSV, 19. Uluslararası Tiyatro Festivali için Altıdan Sonra Tiyatro’nun kurucularından Yiğit Sertdemir’den Shakespeare oyunu isteyince, trajedinin barındırdığının groteske çevrildiğinde daha net, daha okunur daha görünür olacağını düşünen Sertdemir, Lear’in öyküsünde iyice belirginleşen grotesk öğeleri öne çıkaran farklı bir ‘Kral Lear’ sahnelemeye karar vermiş. Metne olabildiğince sadık kalarak, farklı bir sahnelemeyle ele aldığı Lear’in trajedisini olağanüstü bir seyirliğe dönüştürmüş. ‘Soytarım Lear’in büyüleyici dünyasının oluşturulmasına, dekoru tasarlayan, kostümleri, maskeleri, kuklayı bir başına yapan, makyaj tasarımını yüklenen, oyunun afişini de çizen Candan Seda Balaban’ın katkısı büyük.

Geçen sezonun oyunlarını anımsamaya devam edeceğiz. Hepinize sağlıklı ve huzurlu yazlar.