Eski İstanbul’un güzel insanları ve meslekleri

Rita Ender, iki sene boyunca İstanbul’da, çoğu gayrimüslim meslek erbaplarıyla yaptığı ve Agos gazetesinde yayınlanan röportajlarını, ‘Kolay Gelsin: Meslekler ve Mekanlar’ başlığı altında kitaplaştırdı.

TUNA SAYLAĞ Sanat
3 Haziran 2015 Çarşamba

Şapkacı Katia Kiracı, smokinci Levon Kordonciyan, gramofon tamircisi Mehmet Usta, demirci Gabi Usta, meyhaneci Yorgo Okumuş gibi birçok röportajla  Rita Ender, sadece kaybolmaya yüz tutmuş meslekleri değil, İstanbul’un değişen yüzünü de gözler önüne seriyor. 

Benim yaşlarımdaysanız bu kitabı hüzünlenmeden okumanız neredeyse imkânsız. Çocukluk günlerinizin sıcak anıları belleğinizi yoklar; mahallelisi, esnafı, arz-ı endam ediverir bir bir gözlerinizin önünden… Sadece kaybolmaya yüz tutmuş meslek ve mekânların değil, işlerine duydukları aşkla varolan bir avuç insanın da duygu dolu hikâyesidir bu kitap. Şalom eski yazarlarından Avukat Rita Ender, iki sene boyunca İstanbul’da, çoğu gayrimüslim meslek erbabıyla yaptığı ve Agos gazetesinde yayınlanan röportajlarını, ‘Kolay Gelsin- Meslekler ve Mekânlar’ başlığı altında, okurlarla buluşturdu. Bu vesileyle biz de onu bir kez daha okurlarımızla bir araya getiriyoruz.

 

 

 

 

Meslekler ve mekânlar dese de, Kadıköy’den Beyoğlu’na, Galata’dan Kapalıçarşı’ya, Moda’dan Vefa’ya aslında bir zamanların İstanbul’unu anlatıyor Rita kitabında. Her röportaj farklı bir dünyaya açılıyor. Komşuluk, insaniyet, meslek aşkı, ustaya saygı, vefa, alın teri, helal para, üretkenlik, incelik ve gusto, artık azınlıkta kalan bu insanların yaşam felsefelerinin olmazsa olmazları. Bazı meslekler sahipleneni olmadığı için şimdiki ustasının ömrü ile sınırlı. Bazı mekânlar da, çok uzak olamayan bir gelecekte kimlik değiştirmeye ya da kentsel dönüşüm furyasının dişleri arasında yok olmaya mahkum gözüküyor. Kelebek Korse’nin sahibi İlya Avramoğlu ile başlayan;  gramofon tamircisi Mehmet Usta, cenaze müzisyeni Marko Palaçi, smokinci Levon Kordonciyan, meyhaneci Yorgo Okumuş, demirci Gabi Usta, şapkacı Katia Kiracı, şemsiyeci Olga Okay ve daha birçok zanaatkâr ile devam edip zangoç Yani Hutu ile sona eren eser, İstanbul’un kültürel dokusu ve tarihine ışık tutuyor.  Reysi Kamhi’nin resimleri ile Berge Arabian’ın fotoğrafları, İletişim Yayınları’ndan çıkan kitaba farklı bir görsellik kazandırmış. Rita Ender’in ağırladığı renkli kişilikler, incelikli soruları ve parmak bastığı meseleler ile kotardığı bu söyleşi kitabı, İstanbul’un toplumsal tarihine büyük bir katkı sunduğunu düşünüyorum. Okumanızı hararetle tavsiye ederim.

Kitabında doksana yakın esnaf, iş sahibi ve çoğu da belli bir yaşa ermiş kişilerle yaptığın röportajlar var. Bu insanlarda gördüğün, seni en çok etkileyen özellik ve ortak duygular nelerdi acaba?

Yaptıkları işe tutku ile bağlı olmaları beni gerçekten çok etkiliyordu. Tutku, kuvvetli bir duygu; biraz bağlılıkla, bir şeye, birine bağlanmakla ilgili. Biraz aşkla, biraz saplantıyla… Söyleşi yaptığım insanların saplandıkları meslekleri vardı. Onlara ait olan, zaman içinde onlara dair olmuş meslekleri. Hemen hepsi, yıllar boyunca her çalışma günü sabahında açtıkları dükkânlarında, atölyelerinde rutin olarak yaptıkları işleri çok seviyorlardı. Kimisi zaten bunu bir ‘iş’ olarak görmüyordu. Mesela gramofon tamircisi Mehmet Usta, aslında sürekli müzikle uğraşıyor; mesela yapraklar üzerine semboller, sözler işleyen Nick Merdenyan yapraklarla oyun oynuyor, son derece zarif biçimde. Ve günler öylece geçiyor. Geçen yıllardan söz ederken, geçmişi düşünürken birçoğu halinden, hayatından, yapmış-yaratmış olduklarından çok memnundu. Bu memnuniyete tanık olmak, belli bir yaşa gelmiş kişilerin geçmişlerine bakmasına aracılık etmek benim için özeldi. 

Agos’taki bu ‘Meslekler ve Mekânlar’ başlıklı röportaj dizisine başlarken çıkış noktan ya da amacın neydi?

Bu kitabın içinde yer alan bazı meslek sahiplerini, mesela Melih Abi’yi, Yeni Moda Eczanesi’nin eczacısı Melih Ziya Sezer’i zaten tanıyordum. Yeni Moda Eczanesi’nin, bugün için ne kadar farklı bir yer olduğunun farkındaydım. Sıradanlaşan, tek tipleşen mekânlar karşısında Melih Abi’nin koruduğu, mabet gibi bir mekânı ve içinde önemseyerek icra ettiği mesleği vardı. Bu, onun için olduğu kadar, orayı sevenler, oranın var olmasını önemseyenler için de önemli. Bu şehirde bunun gibi başka örnekler de hâlâ var. Fakat bazılarının, mesela; İlya Avramoğlu’nun dükkânı Kelebek Korse’nin varlığı tehlikede. İstanbul’da üç kuşak kadının bellerini Kelebek Korse giyerek incelttiğini anlatan İlya Bey’in İstiklal Caddesi’ndeki dükkânı kapanırsa, orası muhtemelen bir dürümcü olacak. Bu pek muhtemel durum bana çok korkunç geliyor. Çünkü dürümcü olması, orayı sadece sevimsiz kılmayacak aynı zamanda tarihi silecek. İstanbul’daki gayrimüslim azınlık tarihini de silecek. Silinmeden, küçük bir not düşebilmek için, 6-7 Eylül 1955’de saldırıya uğrayan Karay Yahudi’si  bir aileye ait Kelebek Korse dükkânın hikâyesi gibi hikâyeleri yazmak, hikâyelerdeki kişileri konuşturmak istedim.  Mekânları da başka bir yol kullanarak Reysi Kamhi ve Berge Arabian konuşturdu.  Reysi çizdi, Berge fotoğraflarını çekti.

Hangi mesleklerden kimlerle görüşeceğine nasıl karar verdin, onlara ulaşmak kolay oldu mu?

Bazı adreslere, kişilere gitmek zaten aklımda vardı. İstanbul’da doğan, yaşayan biriyseniz ve mesela kuzenlerinizin bar- mitzvalarında sinagogda kafanıza şapka takmışsanız, Haccopula Pasajı’ndaki Şapkacı Katia ile, Katia Kiracı ile görüşmeyi atlamak istemezsiniz. Böyle insanların, tanıdığım-bildiğim yerlerin kapısını çaldım. Sonra, bu söyleşi dizininin içinde hem meslek, hem mekân olarak olmazsa olmayacak olanları düşündüm, Vefa Bozacısı gibi, Kapalıçarşı’daki mıhlamacılar gibi ve onlara ulaştım. Arada sırada söyleşi yaptığım insanlar veya tanıdık-tanımadık okuyucular beni başka kapılara yönlendirdiler. İnsanlara ulaşmak kolay oldu ama ulaştığın insanı konuşturmak çok da kolay bir iş değil…

Farklı dinlerden usta ve çıraklar bir arada çalışmış, belki de ailece yakınlaşmışlar; şu an ülkemizde yaşanan atmosfer ile o zamanların arasında, görüştüğün insanlardan yola çıkarak ne gibi farklar var?

İstanbul’un çoğunluğunu gayrimüslim azınlıkların oluşturduğu, Türkiye’deki gayrimüslim nüfusunun bugünkü gibi olmadığı bir dönemde yaşanan yakınlaşmalar bunlar. Bunu kitapta şekerci Feridun Dörtler de anlattı, balıkçı Ahmet Yazgüneş de. Avize tamircisi Marko Usta’nın Ermeni meslektaşlarıyla geçirdiği hayatı da, kaymakçı Pando Usta’nın Judeo Espanyol ve Rumca konuşabiliyor olması da bu durumun kanıtı. Oysa bugün ben, Yahudi bir ailede doğmuş, büyümüş olmama, teyzem ve eniştem; Janet-Jak Esim’in Judeo Espanyol diline müzikle ciddi katkılar veriyor olmalarına rağmen; Judeo Espanyol dilinde cümle kuramıyorum. Bu geçmişle günümüz arasındaki çok büyük farklardan biri değil mi?  

Sırada yeni bir röportaj dizisi var mı?

Şu anda yine Agos’ta ‘İsimler Hikâyeler’ başlıklı bir röportaj dizisi yapıyorum. Gayrimüslimlerle isimleri üzerine söyleşiyorum. Bir yandan isimlerin anlamlarını, kişilere veriliş hikâyelerini kurcalıyorum; burada geleneksel ve dini öğeler ortaya çıkıyor. Bir yandan da, Türkiye’de o isimlerle yaşananları aktarmaya çalışıyorum. Kişinin neden yabancı, değişik, farklı bir isme sahip olduğu hakkında konuşması, kendisine yöneltilen abuk sorulara cevap vermesi; aslında bir noktada kendi kimliğini açıklaması ve bazen onu savunması anlamına geliyor.  Ve bence bu ülkede bununla ilgili konuşacak çok şeyimiz var.  

Bir zamanlar nüfusları yüz binleri bulan gayrimüslimler bugün oldukça azalmış durumdalar… Onlarla birlikte kaybolan meslekler de olmuş mu?

Olmuş, mesela Galata’da lakerdacılar varmış, bugün yok. Kaybolacak olanlar da var, mesela bildiğim kadarıyla domuz kasabı olan Kozmaoğlu Kardeşler İstanbul’da tekler. 

Sadece meslekler kaybolmuyor, mekânların da kadir kıymetini bilmiyoruz. Neden Avrupa’da bütün eski binalar korunurken biz yok ediyoruz sence?

Önem vermiyoruz. İnsanlar ölümlü ama mekânlar ölümsüz kılınabilir. Ve eğer kılınırlarsa; ölenleri, onların ve şehrin geçmişini iyisiyle kötüsüyle anımsatabilir. Anımsatıyor da, Paris’te parfüm üreten bir dükkânın önündeki tabelasından o dükkânın hikâyesini okuyabilirsiniz, içeri girerseniz 1800’lerden kalma bir fotoğrafını görebilirsiniz. Bir apartmanın üzerindeki taştan, heykeltıraş Camille Claudel’in bir zamanlar orada ürettiğini, düşündüğünü düşünebilirsiniz. Veya sarmaş dolaş çiftlerin neşeyle oturduğu bir parkın içinde, 50 yıl önce Yahudilerin toplandıklarını ve oradan kamplara, ölüme gönderildiklerini de fark edebilirsiniz. Bu fark edişler merak uyandırıyor. Bizde, burada sanırım meraktan da korkuluyor. Karadeniz’de Rumca konuşan, evinde Meryem Ana ikonu bulunan ve beş vakit namaz kılan bir ihtiyarın geçmişini merak etmek, her nasılsa tehlikeli olabiliyor.   

Hem avukat hem gazetecisin; her iki mesleğini de yaparken, biri diğerine dolanıyor mu?

Gazeteci değilim aslında. Haber yapmıyorum. Ara ara yazı yazıyorum ve düzenli olarak söyleşi yapıyorum. Söyleşi yapmayı çok seviyorum, nefes aldırıyor bana. Her şeyden ve herkesten uzaklaştırıyor; iyi geliyor. Söyleşi yapmak avukatlık yapmaktan çok farklı gibi gözüküyor ama aslında benzer yanları da var. Söyleşi yaparken öğrendiklerimi avukatlıkta kullanıyorum ben. Mesela dilekçe yazarken... Dilekçe yazarken, hukuk bilgisini kullanmak evet çok önemli,  ama o dilekçeyi yazmak için olayı ve müvekkili iyi anlamak ve onu iyi anlatmak da bir o kadar önemli. Birinin derdini, lafını-sözünü anlayıp bunları hukuk diline aktarmak, soru sormayı biliyor olmak, yıllarca süren bir hikâyeyi birkaç sayfada özetliyebiliyor olmak ya da müvekkili bilgilendirirken Türkçeyi iyi kullanabilmek, yazı yazıyor olmakla gerçekten çok ilgili. Diğer yandan, tabii ki İstanbul, tarihi mekânlar-meslekler üzerine söyleşirken, azınlık hukuku çalışmış olmak, meselelere hak ihlalleri üzerinden bakmayı da sağlıyor. Bu anlamda birbirine dolanıyorlar ama ben bu halden çok memnunum.  

 

Röportajları yaparken  en çok neden keyif aldın, neler seni üzdü?

Galiba yeni insanlarla tanışmak ve onların mekânlarında zaman geçirmek işin en keyifli tarafıydı.  Çok kısa bir süre için de olsa, onların mahremlerine, kendi hikâyelerine dâhil oluyordum.  Anılarını anlatıyorlardı ve biliyordum ki, anı paylaşmak değerli bir şey. Dinleyenle anlatanı yakınlaştıran bir şey. Anlatıcının mizah duygusu varsa çok da eğlenceli. Mesela demir ustası Gabi Abi’den, atölyesinin bulunduğu semti, Galata’yı dinlemek hep çok eğlencelidir. “Bugün ne oldu biliyor musun be Rita” diye başlar ve sokakta başına gelen bir şeyleri anlatır.  Yaşamın sokakta olduğunu hatırlatır. Bunu hatırlamak beni mutlu ediyor. Diğer yandan, sokakta olma halinden ne kadar uzaklaştığımızı fark etmek de mutsuz ediyor. Sokakta yürürken bu kitapta yer alan mekânları görmek, İstanbul’daki bu mekânların sahipleriyle, yaratıcılarıyla muhabbet etmek gün geçtikte zorlaşıyor. Çünkü yok oluyorlar…   

 

Görüştüğün en ilginç kişi ya da öyküsü seni en çok duygulandıran kişi(ler) kimdi?

“En”i seçemiyorum; ama bir daha, bir benzerini dinlemenin bana da nasip olamayacağını bildiğim öyküler var: Daktilo tamircisi Yakup Çukran, cenaze müzisyeni Marko Palaçi, araba tamircisi Yani Papayorgiu,  zangoç Yani Hutu… 

Söyleşi yapmayı çok seviyorum, nefes aldırıyor bana. Her şeyden ve herkesten uzaklaştırıyor; iyi geliyor. Söyleşi yapmak, avukatlık yapmaktan çok farklı gözüküyor ama aslında benzer yanları da var... 

 İnsanlar ölümlü ama mekânlar ölümsüz kılınabilir. Ve eğer kılınırlarsa; ölenleri, onların ve şehrin geçmişini iyisiyle kötüsüyle anımsatabilir...