Moda Sahnesi

Erdoğan MİTRANİ Sanat
25 Mart 2015 Çarşamba

1965 yılında Ankara’da doğan Kemal Aydoğan,  Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Tiyatro Bölümü’nden mezun olmuş,1990’da Tiyatro Stüdyosu’nda yapım yardımcısı olarak işe başlamış, Tiyatro Stüdyosu’nun 1996’da yanması üzerine1999’da Zuhal Olcay ve Haluk Bilginer’le Oyun Atölyesi’ni kurmuş. Çift boşanıp Zuhal Olcay tiyatrodan ayrıldıktan sonra Aydoğan ve Bilginer ortaklığı Bilginer’in 25 yıl sonra, bir mesajla bitirmesine kadar sürmüş. Kemal Aydoğan’ın ardından Mert Fırat, İnan Ulaş, Timur Acar, Onur Ünsal, İlksen Başarır, Bengi Güney, İrfan Varlı Işık, Selçuk Aydoğan, Erdal Çiftçi, Orhan Tozkoparan ve Barış Yaman da Oyun Atölyesi’nden ayrılmış.

Bu 12 kişinin yolu, 80’li ve 90’lı yıllarda İstanbul sanat yaşamının önemli mekânlarından biriyken son yıllarda eski konumunu kaybederek bakıma muhtaç bir hale gelmiş olan Moda Sineması’nın sahibi Yalçın Yeğiner ile kesişmiş. Salonun kültür ve sanat hayatına katkısının devam etmesini isteyen Yeğiner’le, salt sinema yerine bir kültür merkezi oluşturmaya karar verilince, 2013’te mekânın dönüştürülmesine başlanmış.

Elektrik, su, klima, havalandırma, yangın sistemi, koltuk alt yapıları, fuaye, kulis vs. kısaca tüm mekân yeniden inşa edilmiş. Akustik alt yapıya özel bir önem verilerek sıfırdan sahne ve teknik alt yapı oluşturulmuş.

2013’ün ekiminde, Moda Sineması adından ilham alarak adını Moda Sahnesi koydukları mekân, kapılarını her tiyatro mevsimini ekim başında mutlaka bir Shakespeare oyunu ile açan Muhsin Ertuğrul’un anısına zarif bir selâm da çakarak ‘Hamlet’le açmış.

Moda Sahnesi değişik boyutta ve işlevde üç salondan oluşuyor. Tiyatro, konser, dans gibi gösteri sanatının değişik alanlarındaki üretimlere ev sahipliği yapabilen Büyük Salon, atölye çalışmaları, söyleşiler, seminerler de gerçekleştirilebilen deneme sahnesi Stüdyo Sahne ve halen ana akım sinemalarında gösterim şansı elde edemeyen nitelikli filmleri izleyiciye ulaştırmak amacıyla kurulmuş olan Başka Sinema’ya ev sahipliği yapan 46 kişilik Sinema Salonu. Ana hedefleri seyirciyi ürettikleri nitelikli oyunlarla buluşturmak olan topluluk, mekânını konuk tiyatroların, müzik ve dans gruplarının ve çeşitli sahne sanatlarının kullanımına da açmakta.

Yoğun tempom yüzünden ancak keşfedebilme olanağı bulduğum mekân, girişteki kafeden alt kattaki büfeye, çıplak beton, çimento sıva ve beyaz boyanın başarılı birlikteliğine, sadeliği ve yalınlığıyla insanı etkileyen rafine bir tasarım örneği. Belli ki sanatı bilen ve sevenlerin çabasıyla oluşturulmuş.

Bir süreliğine ekibin çizdiği yoldan şaşmadan ortaya koyduğu çok sağlam işlere odaklanacağım.

‘Hamlet’in soytarısı Hamlet

Shakespeare’de soytarı çok önemlidir. Sağduyunun ve mantığın sesi olan bu karakter, kesin gözlem ve öngörü yeteneği ile etrafında olanların ve olacakların trajik boyutunu kavrayabilen tek kişidir. Bu yüzden, başta efendisi, herkesi eleştiren ve alaya alan soytarı herkesi güldürür ama kendisi gülemez. Soytarı, Shakespeare’in bütün büyük tragedyalarında vardır ama ‘Hamlet’de yoktur; çünkü Hamlet’in soytarısı Hamlet’in kendisidir…

Oyuna girmeden önce laflarken bu düşüncelerimi paylaştığım Kemal Aydoğan biraz şaşırarak “Sizce Hamlet’in soytarısı Hamlet midir?” diye sordu. “Bence öyle” diye cevapladığımda yüzüne kocaman bir gülümseme yayıldı ve “O zaman bizim Hamlet’i seveceksiniz, çünkü biz oyunu bu savdan yola çıkarak yorumladık” dedi.

Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim: “Sevmek ne demek, bayıldım ben bu Hamlet’e!”

Salona girdiğimizde bizi Bengi Günay’ın, boş bir sahnenin fonunda ayakta duran, oyun boyunca sahnede kalacak olan oyuncular için minik birer kulis/soyunma/bekleme odası işlevi görecek yedi kapaksız tabuttan oluşturduğu minimalist dekor karşıladı.

Oyun başladığında, ekibin tamamı gibi günümüz elbiseleri giyen Kral Claudius (Murat Tüzün), parmağını sallayarak ulusa seslenen günümüz padişahına, yüzüne yapışıp kalmış eğreti gülümsemesiyle Gertrude  (Esra Kızıldoğan), onun her dediğini kafa sallayarak onaylayan kadın efendisine dönüşünce bu Hamlet’in akla gelebilecek her türlü sınırı zorlayacağını anladım.

Shakespeare’in dehâsı anlattığı öykülerden ve bu öyküleri başarıyla kurgulamasından çok, anlattıklarının özündeki insanî boyutu en derinlere kadar didik didik etmiş olmasındadır. Ustaya sadık kalmak adına metni kutsal ve dokunulmaz kabul eden yorumlar bence günümüzde biraz ruhsuz olmaktan öteye gidemezler. Shakespeare’in söyleminin bugünün insanı için anlamını ararken ruhuna sadık kalarak, ama metni kimi zaman değiştirerek, kimi zaman ters yüz ederek okumak çok daha zengin ve heyecan verici sonuçlar verir. Bu bağlamda Kemal Aydoğan’ın klasik bir metine güncel yorum arayışı, konusunda tiyatro dersi olacak nitelikte.

Kral kardeşini öldürüp, dul karısıyla evlenerek tahtına kurulan amcasının cinayetini intikamını almasını isteyen babasının hayaletinden öğrenen, intikam peşinde koşarken hayaletin güvenirliğini de sorgulayan genç prensin öyküsünü, insancıl boyutunu, tadını ve mesajını koruyarak 21.yüzyıl seyircisine soluk soluğa izlettirmek büyük başarı.

Sahnelemede çok sayıda zeki ve keyifli ayrıntı var. Hamlet’in gerçek dostları Laertes ve Horatio ile güvenilmez Rosencrantz ve Guildenstern’i aynı oyunculara (Çağlar Yalçınkaya- İnan Ulaş Torun) yorumlatmak bunlardan biri. Benzer bir Yin&Yang arayışı, oyuncu kumpanyasının pantomime dönüşmüş müthiş eğlenceli temsilinde gerçek yaşamın ‘kötü adam’ını, kurmacada ‘iyi adam’ın (Hamlet’in) canlandırması. Polonius’un (Timur Acar) kişiliksiz ve güçlüden yana politikacı yorumu ‘krallığın çürümüşlüğü’nü tamamlarken, Kübra Kip’in saf, duru ve klasik Ofelya’sıysa karşıtlıklar zincirinin son halkasını oluşturuyor. Tabii ki Aydoğan bu klasik yorumu hınzır bir post-modern öğeyle kıracak, nehirde boğulma sahnesini Ofelya’nın kafasını bir kovaya sokarak çözümleyecektir. Çok başarılı toplu oyunculukta konuşmasız iki karakterin, Hasan Demirtaş ile Alper Baytekin’in de hakkını vermek gerek. Finaldeki etkileyici düello koreografisini de unutmayalım.

Bu müthiş parlak ve yenilikçi yorum, oyunun baştan sona yüklenen soytarı/Hamlet Onur Ünsal sayesinde kusursuzluğun sınırlarını zorluyor. Sahneye girdiği andan itibaren seyircisiyle benzersiz bir iletişim kuran, Emre Adıyaman’la birlikte çevirisini de yapmış olduğu Hamlet’in tiradlarını büyük bir doğallıkla konuşan, ünlü to be or not to be monoloğunu, seyircilerin arasında, onlara sohbet eder gibi aktaran Onur, bitmez tükenmez enerjisiyle Hamlet’in traji-komik öyküsünü, kahramanla anti-kahramanı ayıran o incecik çizgide kusursuz bir denge tutturarak canlandırıyor.

Tasarlanmasından sahnelenmesine mükemmel bir ekip çalışması olan bu modern Hamlet, son yılların önemli tiyatro olaylarından biri. Yine de Onur’un olağanüstü yorumu olmasa bu kadar heyecan verici olmayabilirdi derim. 

 

Roberto Zucco

 

M

odern tiyatronun kült yazarlarından Bernard-Marie Koltès, 1948’de Metz’de doğmuş, şiddetin, uyuşturucu bağımlılığının, intihar teşebbüsünün eksik olmadığı yaşamı Paris’te AIDS sonucu yakalandığı kanserler yüzünden 1989’da sona ermiş. Öldüğünde sadece 41 yaşındaymış.

Bütün absürdistler gibi kendisini çağdaş dünyada sürgündeymiş gibi hisseden,  Rimbaud’nun Jean Genet’nin duygudaşı Koltès, kısacık ömrüne yalnızlık ve ölüm temalarının öne çıktığı 15 oyunla 2 roman sığdırmış.

Şiddeti, toplumsal ya da psikolojik baskılar sonucu gelişen bir olgu değil, her insanın içinde var olan ve açığa çıkma fırsatı kollayan bir yatkınlık olarak gören Koltès’in ölümünden kısa bir süre önce tamamladığı ‘Roberto Zucco’, vasiyeti sayılabilecek son oyunu.

Dağarcığında İtalya ve Fransa’da tecavüz ve gasp olayları olan, çok sayıda cinayet işleyen, 1963-1988 yılları arasında yaşamış Roberto Succo adlı İtalyan seri katilden esinlenerek yarattığı ‘Zucco’, içindeki şiddeti isyan olarak değil, yaşamın doğal rutiniymişçesine serbest bırakarak ahlâk kuralları yokmuş gibi davranan bir anti-kahraman.

Toplumsal ve kişisel suç ve ahlâk yargılarını alt üst eden oyunun gücü, Zucco’nun rahatlık ve umursamazlıkla yaşamlarını alt üst ettiği kişilerin masum kurbanlar olmak bir yana, kimi zaman Zucco’dan da daha kötücül karakterler olmalarında. Zucco, doğasında olan kötülüğü kontrol etmezken/edemezken, onlar kötülüğü bilinçli ve kontrollü olarak uygulayabiliyorlar. Koltès, dünyadan göçüp gitmeden önce sanki geride kalacakları uyarmakta, insanları iyiler/kötüler, sömürülenler/sömürenler, ezilenler/ezenler diye basite indirgeyerek ayırmanın anlamsız olduğunu, işlenen bir suçta herkesin payı olabileceğini söylemekte.

Çeyrek yüzyıl sonra bile güncel ve taptaze kalabilmiş bu çok sağlam metin, Kemal Aydoğan’ın elinde müthiş bir seyirliğe dönüşmüş. Aydoğan önce önemli bir karar vererek Koltès’in müthiş karanlık öyküsünü, iç karartıcı bir drama olarak değil, kara, kapkaranlık bir traji-komedi olarak tonlamayı yeğlemiş. Kimileri için şaşırtıcı gelebilecek bu bakış açısı oyunu daha bir etkileyici, daha bir çarpıcı yapmış.

Zucco’nun hapishaneden kaçış teşebbüsüyle başlayan ve hikâyeyi geriye dönüşlerle farklı mekân ve zamanlarda 15 bölümde anlatan Roberto Zucco,  Bengi Günay’ın yalın sahne tasarımının desteğiyle, kulis kavramını da oyunun içine alarak başarılı bir akıcılık kazanmış. Hapishane alarmıyla bağlanan bölümlerin arasındaki ‘es’ler dekor değişimlerini yapan fondaki kostüm ve aksesuarları giyip çıkaran oyuncuların küçük pantomimleriyle yok edilmiş. Sahne ortasında oyun oynanırken, diğer oyuncuların oraya buraya sere serpe yayılarak izlemeleri sahnelemeye farklı bir boyut getiriyor.

Oyuncu yönetimi her türlü övgünün üzerinde.  Roberto’yu canlandıran Ulaş İnan Torun dışındaki 6 oyuncu (Hülya Gülşen, Murat Tüzün, Ezgi Coşkun, Deniz Elmas, Çağlar Yalçınkaya, Onur Uysal) ses ve beden dilleriyle oynayarak, az sayıda kostüm ve aksesuar değişikliğiyle çok sayıda karakteri canlandırıyor. Aydoğan, Zucco’yla ötekilerin karşıtlığını, çok doğal bir Roberto’nun karşısında diğer karakterlerden, tüm duygularını açığa çıkaran bir oyunculuk elde ederek veriyor. Başta biraz şaşırtıcı gelse de bu yorum, daha bir İtalyan, daha bir bizden, daha bir evrensel bakış getiriyor. Toplu oyunculuk çok dengeli ama Zucco/Ulaş İnan Torun’la, sermayelerinin “anne” diye hitap ettiği randevu evi “madam”ı dâhil bütün anneleri canlandıran Hülya Gülşen öne çıkıyorlar.

Mevsimin mutlaka izlenmesi gerekenlerinden.

Hepinize iyi seyirler.