Giacometti’nin bitmeyen tutkulu arayışı…

Tüm varlığıyla heykele ve resme adanmış bir ömür… Durmaksızın sorgulayan ve aramaktan vazgeçmeyen bir sanat anlayışı… Bronz olmalarına rağmen çamurdan yoğrulmuş gibi duran, yüzleri belirsiz, ince ve keskin insan figürleri. Bir kibrit kutusuna girecek kadar küçük yontular, bohem bir hayatın içinden çıkan kara kalem çiziktirmeler, aile portreleri ve görüntünün ardında yatan büyülü gerçeklik… Kuruluşunun 10. yılı kutlama programı çerçevesinde 11 Şubat’ta Pera Müzesi’nde açılan Alberto Giacometti retrospektif sergisi, 35’i heykel 123 seçme yapıtıyla sanatçının mesleki serüveninin dönüm noktalarına ışık tutuyor

TUNA SAYLAĞ Sanat
11 Mart 2015 Çarşamba

İnce uzun yontular... Tutkulu bir arayış... Heyecanlar, kopuşlar... Tükenmeyen bir istek ve çalışma azmi. Pera Müzesi’ndeki sergi, İsviçre doğumlu Alberto Giacometti’nin (1901-1966) verimli sanat yaşamının bir özeti niteliğinde. Özellikle İkinci Dünya Savaşı öncesi ve sonrası iki döneme odaklanan seçki, sanatçının akımlar (Afrika, Mısır sanatları, ekspresyonizm, sürrealizm…) arasındaki gel-gitleri, arayışları, etkilenme ve tezahürlerini örnekleyen eserlerini kategorik bir düzenle sunuyor. Paris’e bir saygı duruşu olarak gerçekleştirdiği ‘Paris sans fin’ (Sonsuz Paris) çizimlerinin taşbaskıları (atölye, café’ler, Paris sokakları gibi) ile zamanının usta fotoğrafçılarının sanatçıyı, çoğu Rue Hippolyte-Maindrone’daki küçük atölyesinde çalışırken çektikleri, tarihe not düşürten Giacometti fotoğrafları ise sergiye ayrı bir zenginlik katıyor.



Babasının izinde

Ressam bir babanın en büyük oğlu olarak küçük yaşlarda sanatla tanışan Giacometti, ilk deneyimlerini onun Stampa’daki atölyesinde gerçekleştirirken kendini hem resim hem de yontuda sınar. Tablolarında, post-empresyonist Cézanne esin kaynağıdır. En vefalı modeli ise küçük kardeşi Diego’dur. Onun ilk büstünden yola çıkarak yaşamı boyunca baş betimlemesi üzerinde çalışır ve düşünür. Giacometti’nin temel yapıt olarak değerlendirdiği bu alçı heykel, İstanbul’daki sergide yer alıyor. 1921 yılında babasıyla çıktığı ve kendisine yeni ufuklar kazandıran İtalya seyahatinin ardından sanatçı, kendi kanatlarıyla uçmak üzere Paris’e gider.

Paris yılları

Paris’e yerleşince, burada kendini entelektüel bir çevrenin içine bulur. Montparnasse’taki mütevazı atölye, yaşamı boyunca kendisine ev sahipliği yapar. 1930-1935 yılları arasında sürrealist akımın rüzgârına kapılır ve sayısız eser verir. Bir gün Café de Flore’da yalnız otururken yan masadan bir bey kendisine doğru eğilip üstünde parası olmadığını, ona içki ısmarlayıp ısmarlayamayacağını sorar. “Biz, birbirimizi anlayabilecek insanlara benziyoruz, yoksa sormazdım.” diyen kişi, ünlü edebiyatçı Jean Paul Sartre’dan başkası değildir; dostlukları böylece başlar. Sartre’ın Varoluşçuluk teorisi Giacometti’nin sanatını derinden etkiler. André Breton, Paul Eluard ve ileride minik bir büstünü yapacağı Simone de Beauvoir gibi dönemin tanınmış entelektüelleri ile Joan Miro ve Pablo Picasso gibi kübist sanatçılarla sıkı arkadaşlıklar kurar. ‘Sabah Dörtte Saray’, onun sürrealist dönemine ait en ünlü yapıtıdır.

Sanat hayatı boyunca yaşadığı zihinsel değişimleri eserlerine köklü değişiklikler olarak yansıtan Alberto Giacometti, bir süre sonra ürettiklerinden tatmin olmamaya başlar ve 1935’te tekrar figüre geri döner. Ancak bu kez de gerçeküstücülerin hışmına uğrar. Sürrealistler onu adeta aforoz ederler. Sanatçı bundan sonra, insan figürünü nasıl betimleyeceği konusuna yoğunlaşır. Giacometti, her zaman ‘birini tanıdığı gibi değil, gördüğü gibi betimlemek’ gerektiğini savunur. Yakın arkadaşları, kardeşi Diego, karısı Annette, metresi Caroline bir tabureye oturup ona saatlerce modellik yaparlar. O dönem yaptığı heykellerin boyutu giderek küçülmeye başlar ve o kadar küçülürler ki, neredeyse heykel olmaktan çıkarlar.

Olgunluk çağı

Sanatçı savaş sonrasında, sığındığı İsviçre’den tekrar Paris’e geri döner. Artık olgunluk dönemindedir ve yoğun bir biçimde insan silueti üzerine çalışmaya devam eder. Zamanla çalışmalarını uzaktan görülen figür algısı üstünde geliştirir ve gerçek olana yaklaşabilmek için biçimleri uzatır, inceltir, sivrileştirir. Varlık ile yokluk heykelin bedeninde birbirine karışır. İşleri yalnızlığı, toplumdan kopuşu çağrıştırır.  Bu dönemde ürettiği, bir başla bir kadını bir kafeste betimleyen kompozisyon ya da birçok yontuyu aynı zemin üstünde toplayan heykel çalışmaları yine de sürrealizmin izlerini taşır. Öte yandan büyük paralara satabileceği ve aylarca emek verdiği heykellerini eritip, başka heykellere malzeme yapar. Eserlerini bozmaktan, yok etmekten çekinmez, tekrar tekrar yapar, bu yapboz oyununun nihayetinde yaptıklarından yine de tatmin olmaz. Bu konuda, “Yaptıklarım istediğim gibi olmuyordu. Yıllar sonra dönüp baktığımda ise meğer istediğimi yapmışım.” der.


Kadınlara gelince…

Annette ve Caroline... Kadınların Giacometti’nin sanatında bambaşka bir yeri var. Ona göre kadın bir arzu nesnesidir, sabittir ya da bir kafese hapsedilmiştir. Heykellerinde betimlediği ağaçlar kadını, kayalar ise büstleri andırır. Bunun en iyi örnekleri Pera’daki sergide de mevcut. ‘Venedikli Kadın’, ‘Orman’ ve ‘Büyük Kadın’ bu eserlerden sadece birkaçı… Giacometti’nin, gerek desenlerinde gerek heykellerinde gözlere verdiği önem boşuna değildir. Gözler, bütünü verebilecek tek ayrıntıdır ona göre. Bir yontunun gözlerini gördüğü gibi yapabilmek için aylarca uğraşır. Boşluk da bir başka tutkusudur sanatçının; bir nevi süreksizliği ve yalnızlığı ifade eder ona göre. Mesela kardeşi Diego’yu koca bir hangarda yapayalnız biri olarak resmeder.

Objektifin karşındaki Giacometti

Montparnasse’daki mütevazı atölye, sık sık dönemin en ünlü fotoğrafçılarını konuk eder. Sanatçıyı bazen çalışırken bazen de iş dışı hallerinde çekerler. Harabe görünümündeki stüdyonun sıvası dökülmüş duvar ve tozlu heykelleriyle, onların arasında takım elbisesi ile duran Giacometti’nin şık görüntüsü arasındaki keskin tezat, her fotoğrafta insanı şaşırtır.

1962’de Venedik Bienali’nde Heykel Büyük Ödülü’ne layık görülen Alberto Giacometti, 1966 yılında İsviçre’nin Chur şehrindeki Kantonsspital hastanesinde kalp rahatsızlığından hayata veda eder ve doğduğu Borgonovo köyünde, karlı dağların eteğindeki aile mezarlığına gömülür. Ölümünden sonra heykelleri sanat dünyasına mal olur. 20. yüzyıl sanatının en yetkin isimlerinden biri olan Alberto Giacometti’nin ‘Walking Man I’ adlı heykeli, 2010 yılında  yaklaşık 105 milyon dolara satılarak tüm zamanların fiyat rekorunu kırar.

Sergiyi görün! Gezerken de video ve fotoğraflara mutlaka zaman ayırın.