Işık ve renk ustası ressam

Mike Leigh, Empresyonizmin öncüsü Turner’ın hayatının son 25 yılını, dehası ve kusurlarıyla anlatıyor.

Viktor APALAÇİ Sanat
18 Şubat 2015 Çarşamba

Sanatçıların hayatlarını anlatan biyografik filmlerde, senarist ve yönetmenlerin kahramanlarını ‘aziz’ mertebesine yükseltmelerine alıştık. Mike Leigh, sevgiyle yaklaştığı ünlü ressamın zaaflarını, iticiliğini, açmazlarını, ailesine karşı olan ilgisizliğini gözlere sererken, Turner’ın tekinsizlik ve huzursuzlukla beslenen kişiliğinin altını çiziyor. Leigh’in sağlam sinematografisi, Dick Pope’un Oscar’a aday gösterilen etkileyici görüntü yönetmenliği, kusursuz bir oyuncu kadrosunun varlığı ‘M.Turner’ı izlenmeyi hak eden bir film yapıyor. Canlandırdığı antipatik karakterin iticiliğini perdeye yansıtan Timothy Spall, Cannes’daki En iyi Aktör Ödülü ile 36 yıllık kariyerini taçlandırmış oldu

 

1993’te ‘Çıplak/Naked’ ile Cannes Film Festivali’nde En İyi Mizansen Ödülü’nü, üç yıl sonra ‘Sırlar ve Yalanlar/Secrets and Lies’ ile Altın Palmiye kazanan İngiliz yönetmen Mike Leigh, geçen yıl ‘M.Turner’ ile katıldığı yarışmadan eli boş dönmedi. Empresyonizmin öncüsü sayılan 19. yüzyılın eksantrik İngiliz ressamını canlandıran Timothy Spall En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü kazandı.

Mike Leigh ile yedi kez çalışan karizmatik aktör bu ödülüyle 36 yıllık kariyerini taçlandırmış oluyordu. Deneyimli aktör ödülünü almak için sahneye çıktığında, hazırladığı konuşmayı kaydettiği cep telefonundaki yerini bulmakta çok zorlandı.

“Başrolünü oynadığım ‘Sırlar ve Yalanlar’ Altın Palmiye aldığı gece bu salonda bulunamadım. Bana lösemi teşhisi konulduğu için kemoterapi seanslarına katılıyordum. Hayatta kalma cüretini gösterdim. Elimdeki ödülü beni yanına almayan Tanrı’ya borçluyum” dediğinde salon alkıştan inledi.

Sanatçıların hayatlarını anlatan biyografik filmlerde, senarist ve yönetmenlerin kahramanlarını ‘aziz’ mertebesine yükseltmelerine artık alıştık. Mike Leigh sevgiyle yaklaştığı ünlü ressamın, zaaflarını, iticiliğini, açmazlarını ve ailesine karşı olan ilgisizliğini gözlere serken, M. Turner’ın tekinsizlik ve huzursuzlukla beslenen kişiliğinin altını çiziyor.

İngiliz orta sınıfını anlattığı filmleriyle tanıdığımız Mike Leigh, alışılagelmiş bayat biyografik filmlerin klişelerini kullanmaktan kaçınarak, Joseph Mallord William Turner’in hayatının son 25 senesini anlatıyor.

Filmde, hayatı yaşadığı dönemde de çok merak edilen Turner’ın seyahatleri, sanatı, aşk ve cinsel hayatı ile dönemin Londra sanat dünyası perdeye yansıyor.

Senaryoyu da yazan Mike Leigh, ressamın filmini boyarken, fırçasını bazen usulca Turner’ın evindeki yaşlı babası, birlikte olduğu hizmetçisi, metresi ve iki yetişkin kızıyla olan ilişkisine, bazen de kendisine gemi direğine bağlaması gibi aşırılıklara dokunduruyor.

Leigh’in sağlam sinematografisi, Dick Pope’un Oscar’a aday gösterilen etkileyici görüntü yönetmenliği, kusursuz bir oyuncu kadrosunun varlığı, ‘M. Turner’ı yalnız resimseverler için değil, tüm sinemaseverler için izlenmeyi hak eden bir film yapıyor.

DÖNEMİN ATMOSFERİ, ÇAĞIN RESİM ÇEVRESİ

1775’te Londra’da bir berberin oğlu olarak dünyaya gelen Turner, gençliğinde babasının dükkânında sattığı tabloları ile ardında bıraktığı 20 binden fazla desen, sulu boya, yağlıboya eserleriyle günümüzdeki soyut resmin öncüleri arasında gösteriliyor.

Göz alıcı ışık huzmeleriyle öne çıkan, peyzajlardan oluşan tablolarıyla, bu ışık ve renk ustası, doğadaki patlamaların, özellikle denizlerdeki fırtınaların ressamıydı. Kendisine çok bağlı olduğu(aynı zamanda asistanı olan) babasının ölümünden sonra asabileşen, asosyal bir adama dönüşen M. Turner’ı, film dehası ve kusurlarıyla anlatıyor.

Film aristokrasiye mensup olan, genelevleri sık sık ziyaret eden Turner’ın babasının ölümünden sonra sürekli seyahate çıkarak ilham kovaladığını anlatıyor.

Şehirde yaşayan karısı ve iki kızıyla ilgisini kesen M. Turner’ın Hollanda dönüşü bir sahil kasabasına yerleşmesi ile başlayan filmde, bir aile pansiyonu işleten, zaman zaman âşık olduğu ressamın cinsel isteklerini de yerine getiren Mrs. Booth’un Turner’ın hayatına renk kattığını da görüyoruz.

Kuzeyin sisli manzaralarını, denizi ve tekneleri çizmekten hoşlanan, bütünüyle kafayı ışık ve renklere takmış, vaktiyle babasını üzmüş annesinden nefret eden, doğum yapan kızını ziyaret etmeyecek kadar, karısı ve iki kızını hayatından çıkaran, tuhaf bir insanın portresini izliyoruz.

Kendisini torun sahibi yapan büyük kızının ölümüne duygusuz kalan, atölyesine gelip bütün tablolarını satın almak isteyen bir koleksiyoncunun teklifini reddeden, resimlerini İngiliz halkına bir miras olarak bırakmaya kararlı gözüken M. Turner ilginç bir kişilik.

Mike Leigh, aristokrasiye mensup ama yalnızlığı seven kahramanının hayatını anlatırken, çağın resim çevresini, eşsiz dönem duygusunu, atmosfer yaratmadaki becerisiyle gözlere seriyor.

Kendisinin de bir parçası olduğu, geleneklerine bağlı İngiliz kültürünü, dönemin Londra’sının sanat dünyasını, senaryosuna ustalıkla yansıtan M. Leigh, oyuncularından verim almada hünerini ortaya koyuyor.

Bu rol için iki yıl resim dersi alan Timothy Spall, canlandırdığı antipatik karakterin iticiliğini perdeye yansıtırken, ‘Güneş battı’ diyerek kalpten ölen ressamı unutulmaz kılıyor.

M. Turner En iyi Görüntü Yönetmeni’nden başka En İyi Kostüm, En iyi Yapım Tasarımı ve En iyi Soundtrack dallarında Oscar’a aday.

 

 

AİLE İÇİ İLETİŞİMSİZLİĞİNİN BAŞYAPITI

Fransız Alplerinde beş günlük bir kayak tatiline gelen İsveçli bir ailenin öyküsünü anlatan ‘Turist/Force Majeure’, aile içi iletişimsizlik konusunda, son yıllarda izlediğim filmlerin en iyisi.

Son Cannes Film Festivali’nin ‘Belirli Bir Bakış’ bölümünde, En İyi Film seçilen Macar filmi ‘Beyaz Tanrı’nın ardından, ikincilik ödülü sayılan Jüri Ödülü’nü kazanan bu İsveç filmi, ataerkil çekirdek ailenin kırılganlığına müthiş bir yorum getiriyor.

Alplere tatile giden, güzel bir kadından, yakışıklı bir erkekten ve iki şirin çocuktan oluşan İsveçli aile için her şey tam istedikleri gibidir. Açılış sekansında, otelin Fransız fotoğrafçısına neşe içinde poz veren ailenin huzurunu kaçıracak olay, dağ manzaralı bir restoranda yedikleri öğle yemeği sırasında çığ düşmesiyle başlar.

Çocuklarını korumaya çalışan anne Ebba kocasından yardım beklerken, baba Tomas’ın panik içinde kendi hayatını kurtarmak için kaçtığını görür. Aklına gelen çocuklarına sahip çıkmak değil, masanın üstünde bıraktığı telefonu almaktır.

Mutlu aile tablosu izlenimini veren, yatmazdan önce banyodaki ayna karşısında birlikte dişlerini fırçalayan dörtlünün yerini, kocalığını, babalığını unutan Tomas’ın aile birliğini dinamitleyen ve sorgulanan samimiyeti alıyor.

Zira Tomas korkup kaçtığını bir türlü kabullenemiyor.

Ebba böylesi bir kriz anında hissettiği duyguları unutup hayatına devam edebilecek midir? Tomas, aile içindeki rolünü ve ailesinin güvenini yeniden kazanabilecek midir?

Ailenin, aynı otelde kalan, kızı yaşındaki bir sarışınla kaçamak yapan sakallı dostları Matsda’nın arabuluculuk çabaları netice vermez. Aile eskiye dönmeye çalıştıkça, Tomas’ın samimiyetsiz ve korkak davranışları yüzünden işler daha da sarpa sarıyor.

Anne-babalarının ayrılıp boşanacakları korkusuna kapılan 11 ve 13 yaşlarındaki biri erkek diğeri kız çocuklar, bu huzursuz ve tekinsiz atmosfer içinde iyice huysuzlaşıyorlar.

Karı-kocanın çocuklar duymasın diye otel koridorunda yaptıkları tartışmaları, sigara molasına çıkan otel personelinin uzaktan izlemesi gibi zoraki röntgencilik, filmin gerilimli atmosferini arttırıyor.

Aile zor durumda iken, erkeğe düşen kurtarıcılık görevinden kaçan, bunu onuruna yediremeyen, inkâr etmeyi sürdüren Tomas’ın direnci, karısının kararlılığı karşısında kırılıyor, zavallı bir duruma düşen koca adam, sinir krizi içinde zırıl zırıl ağlıyor, af edilmeyi talep ediyor.

Ailesinin dağılacağını gören Tomas’ın, karısına zaman zaman yalan söylediğini, hatta onu da aldattığını itiraf etmesiyle, filmin karanlık bir final ile noktalanacağını bekleyen izleyiciyi, senarist-yönetmen Ruben Ostlund ters köşeye yatırıyor.

Tatilin son gününde, kayarken yoğun sis içinde kaybolan Ebba’yı kucaklayarak geri getiren Tomas, Hollywood vari bir mutlu sona yelken açıyor.

Çağımızın önemli sorunu iletişim zorluğunu, bir yastıkta kocaması temenni edilen aile kurumuna taşıyan ‘Turist’ bu konuyu dalga geçerek, matrak bir mizah duygusuyla işliyor.

Ancak film, aile kurumunun altını oyan, rahatsız edici yorumuyla zalim de olabiliyor. İlk filmi ‘Oyun/Play’den üç yıl sonra yaptığı bu ikinci filmle, 40 yaşındaki Ruben Ostlund, gergin atmosfer yaşatmadaki başarısı ile umut vaat ediyor.

Erkeklik halleriyle, incelikli bir humor içinde alay eden, bu iyi yazılmış, iyi çekilmiş ve iyi oynanmış film, ele aldığı hassas temaları işlemedeki başarısıyla tam not alıyor.

Turist En iyi Yabancı Film Oscarı’nın beş adayı arasında.