Yılın en karanlık oyunlarından biri ‘Kurabiye Ev’

Sorulması gereken, “Çocuklarınızı Arnavutluk’ta, çok kötü şartlarda çalıştırılacakları bir kerhane olduğundan şüphelendiğiniz yere satmak kötü bir fikir midir?” olmamalıdır. Soru “Çocuklarınızı Arnavutluk’ta, çok kötü şartlarda çalıştırılacaklarını tahmin ettiğiniz bir kerhaneye satarsanız, bunu umursayacak, size hesap soracak biri çıkar mı?” olmalıdır. Oyun, “hayır, sanmıyorum” cevabını vermektedir. MARK SCHULTZ

Erdoğan MİTRANİ Sanat
11 Şubat 2015 Çarşamba

Faruk Barman, günümüz insanının hikâyesini anlatmak, seyircisine düşünme ve sorgulama imkânı sağlamak amacıyla 2011’de yanetki’yi kurmuş; sanat yönetmeni olarak, Bahçeşehir Üniversitesi’nde öğretim görevlisi, eski okul arkadaşı Serkan Üstüner’den başkasını düşünmemiş. Diğer bir genç akademisyenin, Elif Baş’ın da ekibe katılmasıyla, günümüz insanının yaşadığı güncel ve toplumsal konuların işlendiği, çağdaş tiyatronun en iyi oyunlarını seyirci ile buluşturabilmek için modern tiyatro metinleri üzerinde uzun ve hummalı bir araştırma süreci başlamış. (Barman, çağdaş metinlerde ısrar edilmesinin nedenini, “bizim gördüğümüz dünyayı gören, bizim yaşadığımız dünyanın güzellikleri ve sorunlarıyla yaşayan yazarların oyunlarını oynama isteği”ne bağlıyor.)

İlk oyunları Martin McDonagh’ın Yalnız Batı’sından başlayarak kendilerine çizmiş oldukları yoldan hiç taviz vermemişler. Camdan Yapraklar, Kurabiye Ev, Şekersiz ve Tavşan Deliği’ni de izleyiciyle buluşturmuşlar.

Bu sezonun iki yeni oyunu, Sonra ve Romeo’yu Beklerken’in yanı sıra, The Gingerbread House / Kurabiye Ev de sahnelenmeye devam ediyor.

Yorgun ve bıkkın bir genç çift, çocuklara ait her türlü oyuncak ve ıvır zıvırla dolu orta halli bir salonun kanepesinde oturmaktadır. “Canım” der Brian,“sanırım ki çocukları satmamız gerekecek.” Karısı Stacey, gülerek cevap verir: “Belki o zaman yeni bir buzdolabı alabiliriz.”

Brian ciddidir. Çocuklarının tüm hayatlarına el koymasından bıkmıştır. En sevimli ve en kandırıcı gülümsemesiyle “tekrar yaşamaya başlayabiliriz” der.

Absürd bir kara komedi gibi başlayan Kurabiye Ev giderek son derece rahatsız edici fantastik bir gerçekçiliğe kayar. Brian, iyi bir anne olmaya, çocuklarını gerçekten sevmeye çalışan Stacey’nin sorumluluklarını yeniden tanımlayarak, ancak annelikten vazgeçerse daha iyi bir anne olacağına inandırır. Stacey, Brian’ın arkadaşı Marco’nun yardımıyla çocukları satmaya razı olur. Ancak yaşam şartları giderek düzelirken, pişmanlıklar ve vicdan azabı başlayacak, kadının artık kendini aldatmasını iyice zorlaştıracaktır.

Brian’ın ise, başarmak adına, kendini bir şekilde satmak dahil, insanlığından veremeyeceği ödün yok gibidir…

Grimm kardeşlerin ya da Andersen’in masalları müthiş korkutucu öğeler içerir. Kötü kalpli kraliçe avcıya Pamuk Prenses’i öldürmesini ve kalbini çıkarıp getirmesini emreder; cadı, Kurabiye Ev’i Hansel ve Gretel’i aldatmak için yapmıştır, asıl amacı onları beslemek değil, şişmanlatıp yemektir; kurt Kırmızı Başlıklı Kız’ı ve anneannesini yer; Küçük Kibritçi Kız, Farelik Köyün Kavalcısı hem çok acıklı hem de çok karamsardır vb.

Eskiden, küçücük çocuklar için bu kadar korkunç öyküler yazan bu ünlü masalcıların psikolojik sorunlu sapkınlar olduğunu düşünürdüm. Zamanla masalların, çocukları yazıldıkları dönemlerin zorlu şartlarına hazırlamak için bilinçli olarak kaleme alındıklarını anladım.

Genç oyun yazarı Mark Schultz da, Kurabiye Ev’i yazıldığı dönemin, (yani bugünün Amerika’sının) ‘zorlu’ şartlarını yansıtan bir masal olarak anlatıyor. Giderek karabasana dönüşen Amerikan Rüyasını, iyi insanlar oldukları ve iyi yaşamayı hak ettikleri için, her istediklerini yapabileceklerine ve cezasız kalacaklarına inanan Amerikalıların, bu amaçla varabilecekleri en uç noktaları, Hensel ve Gretel masalına göndermeler içeren, kara komediden fazla korku öyküsüne yakın bir tonlamayla veriyor. Bu da The Gingerbread House’un mesajını daha da karanlık, daha da ürkünç kılıyor.

Çevirisini ve dramatürjisini Elif Baş’ın yaptığı oyunu yöneten Serkan Üstüner, üç ana karakterini derinlemesine yorumlarken zekice bir buluşla, değişimleri giysiler üzerinden de veriyor. Brian’ın parlak koyu renkli kumaştan yeni takım elbisesi, kravatı, saati, şık gözlüğü, içsel gelişiminin dışarıya bire bir yansıyan aynası sanki. Burada, gerçek yaşamında son derece sevecen ve sevimli bir insan olan Deniz Karaoğlu’nu incelikli Brian yorumunda, o tatlı gülümsemesine oyun boyunca azar azar kattığı kötücüllüğü, giderek sevilenden nefret edilene çok başarılı geçişi için özellikle kutlamak gerekiyor.

Stacey’nin geçim zorluklarından lüks yaşama geçişindeki gelişimi giysilerinden çok, vicdan azabı çektikçe, çaresizlikten kabul edilmeyeni kabullendikçe, giderek insancıllaşmasında. Disosya’da ilk izlediğimden beri kuşağının çok iyi oyuncularından biri olarak gördüğüm Pınar Çağlar Gençtürk, kadının, battıkça içindeki insanlığının su yüzüne çıktığı trajik yolculuğunu son derece nüanslı bir oyunculukla aktarıyor.

Serkan Üstüner, adındaki Latin tını biraz dekadan Avrupalı çürümüşlüğünü çağrıştıran, zenginliğinin kaynağı büyük olasılıkla yasal olmayan, varlıklı, becerikli, kötücül de olsa, derinlemesine düşünmeyi ve hesap yapmayı bilen fırsatçı Marco’yu, Brian’ın içindeki tüm kötülüğü su yüzüne çıkaran bir şeytan olarak yorumluyor.

Tabii ki, tüm değer kavramlarının yozlaştığı, başarının lüks bir ev, yeni bir buzdolabı, golf kulübü üyeliği ya da Karayip tatiliyle ölçüldüğü günümüzün dünyasında, çağcıl Mephistopheles’in değer yargıları da yozlaşmış, verdiklerine karşılık Faustus/Brian’ın ölümsüz ruhu yerine ölümlü fakat çekici bedeniyle yetinmeyi öğrenmiştir.

Devamlı siyahlar giyen, şık takımı, spor elbisesi, hatta (tabii ki siyah) atletiyle bile tiril tiril ve bakımlı duran Faruk Barman, bu çağcıl kötülük meleğini, karakterine beklenmedik bir çekicilik de katarak başarıyla yorumluyor.

Epizodik rollerinde Barış Kıralioğlu, Özgür Özgencer ve Sinem Reyhan Kıroğlu da çok iyiler.

Son yılların en karanlık, en acı, en ahlâksız oyunlarından biri. Üç yıldır dopdolu salonlara oynaması şaşırtıcı değil. Çarşambaları 20.00’de yanetki’de. Hepinize iyi seyirler.

 

Rıza’nın muhteşem dönüşü  ‘Ormanlardan Hemen Önceki Gece’

Bernard-Marie Koltès, çağdaş tiyatronun kült yazarlarından. 1948’de Fransa’nın kuzeydoğusundaki Metz’de doğmuş; şiddetin, uyuşturucu bağımlılığının, intihar teşebbüsünün eksik olmadığı kısacık yaşamı AIDS sonucu yakalandığı kanserler yüzünden 1989’da Paris’te sona ermiş. Öldüğünde sadece 41 yaşındaymış. Bütün absürdistler gibi kendisini çağdaş dünyada sürgündeymiş gibi hisseden, Rimbaud ile Jean Genet’nin duygudaşı Koltès, kısacık ömrüne, çoğunlukla yalnızlık ve ölüm temalarının öne çıktığı 15 oyun ve iki roman sığdırmış.

“Yalnız bir adam, köşe başında karşılaştığı bir yabancıya, çekip gitmesini engellemek için, bulabildiği tüm sözcüklerle kendi dünyasını anlatmaktadır… Hiç kimseye söyleyemeyeceği, sadece öyle hareket etmeden susup duran, bir yabancıya, belki de bir çocuğa söylenebileceği gibi aşkı anlatmaktadır.” Bernard-Marie Koltès 1976’de yazdığı,  ilk kez 1977’de Avignon’da sahneye koyduğu tek kişilik ‘La Nuit Juste Avant Les Forêts / Ormanlardan Hemen Önceki Gece’, oyun bile sayılmaz. Karmaşık, ilk başlarda anlamsız gibi gelen, zaman zaman kendi kendini tekrarlayan bu zor metin, bir monolog, yalnızlıktan ölmek üzere olan bir adamın bir yabancıya ya da kendine söylediği upuzun bir cümledir. Bu bir buçuk saate yakın cümle, aynı anda birçok farklı şeyi düşünmekte ve bunları iç içe anlatmakta olan adamın belki de, yalnız başına ölmemek için haykırdığı bir isyan çığlığıdır.

Metnin leitmotiv gibi sık sık tekrarlanan bölümleri, adamın anlattığı konuları birbirine bağladığı gibi, bir müzik partisyonunun notaları gibi durmaksızın fışkıran sözcüklerini de bir ritm, bir uyumla birleştirmektedir.

Ormanlardan Hemen Önceki Gece yönetmenliğini, sahne tasarımını ve videolarını yüklenen, Melis Tezkan ve Okan Urun’dan oluşan ‘biriken’in rejisiyle sahneye taşınmış. Tezkan ve Urun ikilisi zor bir seçim yaparak Koltès’in metnini bir anlatı performansı olarak değil, tiyatro yönünü öne çıkaran bir yorumla ele almış.

Oyun, eğimli bir platform ve dış dünyaya kapalı bir odadan oluşturdukları soyut dekorda, videoların, Kemal Yiğitcan’ın ışığının ve Ömer Sarıgedik’in ses tasarımının ve müziğinin desteğiyle, benzersiz bir görsellik ve devinim kazanmış. Dış ses kullanımı, özellikle finale doğru adamın kapalı odada ruhunu soyarcasına üzerindekileri çıkardığı sahneye dış sesinin,  Simge Büyükedes’in söylediği Vivaldi’nin ‘Bajazet’ operasından ‘Sposa son disprezzata’ aryasıyla kimi zaman çakışarak eşlik edişi çok başarılı.

Ayberk Erkay’ın günümüz sokak dilini zekice kullanan ve bu son derece Fransız metini evrensel boyutlara çıkaran çevirisi, neredeyse 40 yıl önce yazılmasına karşın, hem duygusal açıdan, hem de işsizlik, yabancılar sorunu, dünyanın varlıklılar tarafından yönlendirilmesi gibi toplumsal konularda tazeliğini koruyan oyunun güncelliğini öne çıkarmış.

Böylesine zor ve uzun bir metni sıkmadan, oyundan koparmadan izleyiciye iletebilmenin tüm yükü oyuncusunun sırtında. Kürklü Merkür’den beri DOT’un has oyuncusu olarak bildiğimiz, Punk Rock’la çok iyi bir yönetmen olarak da karşımıza çıkan, bir süredir tiyatrodan ayrı kalmış olan Rıza Kocaoğlu’nun kürkçü dükkânına dönüşü muhteşem olmuş.

Rıza, sesini, yüzünü ve bedenini sadece dans ettiği sahnede değil, bütün oyun boyunca benzersiz bir içsel koreografiyle kullanarak, dinmeyen yağmurun altında, ulaşılamayan otel odasının arayışında, karşısındaki kaçıp gitmeden her şeyi anlatmak isteyen adamın soluksuz koşusunu olağanüstü bir tempo ve göz yaşartıcı bir inandırıcılıkla veriyor. Yılın bu en başarılı oyunculuk gösterisinin devamının geleceğini ve Rıza’nın artık kendini bu kadar özletmeyeceğini umuyorum.

Oyun da yılın en iyilerinden. Her cuma ve cumartesi Zorlu PSM Stüdyo’da. Kaçırmayın.