24 Kasım-Öğretmenlere Saygı

Toplum 0 yorum
19 Kasım 2014 Çarşamba

Evde beş kardeştik. Beşimiz de, Beyoğlu Musevi Lisesi’nde okuduk.

Okuldan eve döndüğümüzde annemiz, birimizin sınıfta yaptığı bir ödevi değerli bir esermiş gibi, tüm aile efradını etrafına toplayarak iftiharla gösterir, hepimizi sıra ile yüreklendirirdi.

Babamız da, bu temaşaya katılır, bilginin hayatımızı renklendireceğini ve kültürümüzü zenginleştireceğini belirtikten sonra, ömür boyu karşımıza çıkabilecek beklenmedik durumlara karşı, okluğumuzda bolca yedek okun ve yayın bulundurmanın önemini değişik misallerle anlatır ve “Şansa inanmayın!” derdi. “Şansın sizden yana olacağına hiçbir zaman güvenmeyin. Şans, coşarak akan bir akarsuda yüzen bir mantar parçasıdır ve onu alabilene güler. Bu mantar parçasını yakalayıp avucunuza alabilmeniz için hazırlıklı olmanız gerekir. Bu hazırlıklar, okuldaki derslerdir. Onlara çok çalışın!” diye öğütledikten sonra, söylediklerini unutmamamız için olsa gerek, hayvanlar âleminden İbranice lisanında bir deyim eklerdi: “Lo raiti hatul yaşan, şelihnaz ahbar la pe / Uyuyan kedinin ağzına farenin girdiği görülmemiştir.”

İlkokula 1937 yılının sonbaharında Beyoğlu Musevi Lisesi’nin Kumbaracı Yokuşu’ndaki binasında, ilk müdürümüz Dr. David Marküs zamanında başladım. Liseyi de 1949 yılının baharında (bugün, Haliç Üniversitesi’nin kullandığı) Şişhane’deki binasında bitirdim.

Yaşıtlarım anımsayacaklar, yabancı diller için, üç hanım öğretmenimiz vardı: Behar, Matalon ve Atiyas. Fransızca öğretmenimiz Bayan Behar’ın sesini, halen duyar gibiyim: “Günün birinde, çalışma sahanızın değişmesi durumunda, başka bir mesleğe kolaylıkla intibak edebilmeniz için her birinizin diğerinizden daha çok bilgi sahibi olmanız gerekir. Sakın kazanılan paraya güvenmeyin. Güveniniz, her koşulda ortaya koyabileceğiniz, burada, sınıfta, kafanızın içine yüklemek istediğimiz, bilgidir” derdi.

İş hayatımda, biri bitmeden diğerine başladığım, birbirinden farklı üç mesleğim oldu. Birincisi, ordu donatım sınıfındaki yedek subaylığım sayesinde söküp toparlamakla yakından tanıdığım ‘tenteli Jeep’ arabaları için yedek parça ticaretiydi. Tenteli otolar, yerini yerli karoserli arabalara bıraktığında camdan tıbbi enjektör imalatına giriştim. Cam enjektör yerine tek kullanımlık plastikten mamul olanı piyasaya çıktığında da turizm işine yöneldim.

Bu son mesleğimdeki muvaffakiyetimi, sebatkâr Fransızca ve İngilizce öğretmenlerime ve de çocukluğumda, anneannemden öğrendiğim, bir zamanlar hor görünen, kötü bir lehçe olarak tanımlanan, Osmanlı Sefaradlarının konuştuğu İspanyolca lisanına borçluyum.

Bilindiği gibi turizm işi, değişik lisanlardan başka tarih ve coğrafya bilgilerini de gerektirir. Çocukken, sırf ezberlemeye dayandığını sandığım bu iki dersi, hiç sevmemiştim. Ta ki sınıfımıza, güzel mi güzel, tatlı mı tatlı, yeşil gözlü, Tatar yüzlü, prenses endamlı, Melike Tamacan adında bir hanım öğretmen atanana kadar.

İlk zamanlar, dersi sırasında Melike Hanım’ın huzur veren beyaz tenli kare yüzünü özellikle seyreder, güzel sesini bir ninni gibi dinlerdim. Sözleri, benim için hiçbir mana ifade etmezdi. Onları kavrayabilmek zahmetine katlanmaz, dikkatimi, anlattıklarına vermek gereğini duymaz, zihnimi yormazdım. Düşüncelerimi boşluğa, uzaklara, sonsuzluğa terk ederdim.

Gergin yanaklarına ve zümrüt yeşili gözlerine hayrandım. Belki de ona vurulmuştum. Hoca Hanım, bunu fark etmiş olacak ki ders anlattığı günlerin birinde, rüyalarda olduğum ve sözlerinin melodisini bir fon müziği gibi algılayarak zevkle uyukladığım bir anımı fırsat bilip yakaladı ve aniden ses tonunu değiştirerek “178 Viktor Albukrek, lütfen tahtaya” cümlesini söylediğini duydum.

Birden irkildim! Sağıma soluma baktım, acaba sınıfta başka bir Viktor Albukrek mı vardı? Hayır, yoktu! Hoca Hanım, güzel gözlerini bana dikmiş, yerimden kalkmamı bekliyor… Çağrılan kişi benden başkası değildi!

Ona beslediğim sevgi ve hayranlığımın karşılığı bu mu olacaktı?

Şuursuzca ve süzüle süzüle sıramdan sıyrılıp tahtaya doğru ilerliyordum ki...

“Anlat bakalım çocuğum, söylediklerimi dinledin, değil mi?”

Bende tıs yok. Sınıfta korkunç bir sessizlik. Sessizlik uzadıkça uzuyor. Bütün öğrenciler nefeslerini tutmuş, büyük bir merakla, alacağım cezayı beklemeye odaklandı. Çünkü her hocanın, kendine has bir azarlama usulü vardı ve bu hocanınkini görmek fırsatı, şimdi doğacaktı!

Çocuklar endişeyle, benim ilk kurban olacağımı beklerken Melike Hanım, tatlı ve müşfik bir sesle sorusuna devam edercesine:

“Dinledin tabi, ne diyorduk? Türkiye’nin en çok yağmur alan bölgesi neresi?”

Benden yine yanıt yok; ağzım kilitli, açılmıyor!

Öğretmen hiç kızmadan, aynı rahatlıkla devam ediyor: “Doğu Karadeniz Bölgesi’dir değil mi çocuğum… Neden? Çünkü Karadeniz’in üzerinden geçtikten sonra Kuzey Anadolu Dağları’na çarparak yükselen ve denizden geldiği için nem taşıyan hava, yükselirken soğudu, yoğunlaşan nemi de su haline dönüşerek yağmur oldu. Bak ne güzel takip ettin dersi, aferin! Ve bu yağmurlar sayesinde bölgede ne yetişir? Suyu çok seven pirinç ve çay dedik, değil mi? Bravo Viktor’a, ne kadar da çok seviyorsun coğrafya dersini... Şimdi git otur yerine ve her zaman böyle güzel çalış. Tamam mı!”

Gözlerim öyle nemlendi ki önümü göremiyorum! Boğazın düğümlendi! Neredeyse yaşlar boşanacak! Bacaklarım dondu! Ayaklar yerden zor kalkacak! Başım dönüyor! Neredeyim? 

Yalpalayarak sıramı ararken yere yıkılacağımı sandım. Arkadaşlar yardım etmeseydi sınıftaki yerimi asla bulamayacaktım.

Bu olay bana, coğrafyada da tarihte de mantık yürütülebileceğimi öğretti. Her şeyin sebebini sorgulamakla, araştırmacı ruhumu geliştirdi. Kendime olan güvenimi arttırdı. Birbirlerine zıt olan değişik mesleklere kolaylıkla intibak etmemi sağladı. Bilhassa turizm alanındaki muvaffakiyetimi, lisan eğitmenlerime ve Tatar güzeli Melike Hanım’ın, beni tahtaya çağırdığı günkü azarlama üslubuna borçluyum.

O günden sonra, evvelce hiç sevmediğim, tarih, coğrafya, edebiyat gibi ezberlenecek sandığım tüm derslere, mantık yürüterek çalışmış ve iyi notlar almıştım.

Bu 2014-2015 ders yılında Musevi Lisesi, Ulus’taki binasında kuruluşunun 100. yıldönümünü heyecanla kutlamaktadır. Bu vesileyle, okulun boyanmasını üstlenen Beşiktaş Belediyesi Başkanı Sayın Murat Hazinedar’a teşekkürlerimi sunar, bir asırlık eğitim ve irfan yuvamızı bugüne kadar yaşatan ve gelişmesine katkıda bulunan gelmiş geçmiş tüm Musevi Cemaati yöneticilerini hararetle tebrik ederim.

Ve önümüzdeki 24 Kasım’da kutlanacak Öğretmenler Günü vesilesiyle, ilk eğitmenlerim olan aile büyüklerimin ve sevgili okul öğretmenlerimin hatıralarını şükranla yâd eder, yurdumuzun tüm öğretmenlerin bayramını, çocukluk heyecanımın sevinciyle ve içtenlikle kutlarım.

1949 Yılı Musevi Lisesi Mezunlarından 178-Viktor Albukrek,

1 Yorum