Yosef Sevi´nin eski Balat´ı

Balat’ta doğup büyüyen ve Tıp Fakültesi’ni bitirdikten sonra İsrail’e göç eden Yosef Sevi çocukluğunun Balat semtini, anılarını ve yaşanmışlıkları paylaşıyor

Dora NİYEGO Toplum 0 yorum
2 Temmuz 2014 Çarşamba

Yosef Sevi kimdir?

1943 tarihinde İstanbul’da Balat’ta doğdum. İlkokul eğitimime, Hasköy İlkokulu’nda başladım, ancak İkinci Karma İlkokul’unda bitirdim. Orta ve lise eğitimimi, Beyoğlu Musevi Lisesi’nde yaptım.
1968’de İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun olduktan sonra Amerikan Hastanesi’nde Dr. Jul Barbut’un cerrahi asistanlığını yaptım ve 1969 yılında İsrail’e göç ettim.

Meslek hayatıma, Bat Yam’da Donolo Hastanesi’nde başladım ve cerrah olarak Asaf Harofe Hastanesinde devam ettim. Ancak fikrimi değiştirip, ihtisasımı üroloji dalında bitirdim. 1984 yılında Barzilay Aşkelon Hastanesi’nde üroloji servisinin şefliğine yükseldim.

Daha sonraları Aşkelon’daki Beer Yakov Devlet Hastanesi’nde servis şefliği yaptım. Emeklilik yıllarımda şiir, hikâye yazarlığının dışında, maket evler yapımına olan merakımı sürdürüyorum. 
Kızlarımdan biri Türk Hava Yolları’nda, diğeri İsrail Hava Yolları’nda çalışıyor. Üçüncü kızım ise Tanah öğretmeni. 

 Doktor olmaya nasıl karar verdiniz?

Beni bu mesleğe iten ve bu kuvveti veren sevgili annem oldu. Çünkü annemin küçük yaştan beri devam eden rahatsızlığı nedeniyle biraz olsun rahat ettirmek ve yardım etmek için bir şeyler yapmak istedim. Zannediyorum ki bunda başarılı da oldum. O nedenle içim çok ferah.

Doktorluk bir meslek olduğu kadar Tanrı’nın bahşettiği mukaddes bir olaydır. 

 Balat’ı ve oradaki eski yaşantınızı anlatır mısınız?

Balat, İstanbul’un Haliç’in sol yakasında Fener ile Eyüp Ayvansaray semtleri arasında sıkışmış, çok eski mazisi olan bir semt. Cami, kilise, sinagoglarına bakılırsa epey eski bir semt. Ahalisi birbirini sever, sayardı.

Eskiden, Balat’ta en büyük eğlence şekli ailelerin birbirlerine yaptıkları ziyaretler, bayram kutlamaları, mahalle meydanlarında kurulan atlıkarınca, ayıcının ayısı, kayık salıncaklar, tek kapalı sinema Milli Sinema ve yazın tahta iskemleleri sıralanmış Çiçek Sineması idi.

Hayat yavaş geçerdi, yenilikler yok denecek kadar azdı. Okul öncesi Rumca ‘mestra’ dedikleri Madam Eliza’nın yuvasına gittim. Semtteki esnaf, Kampeyas el kasap, Cako el kunduracı, Robert el ahtar, Binyamin el şekerci, Estreya la iğneciya, Andon el bakkal, Davit el fotoğrafçı,  Ananiya el lokantacı, Nuri el boyacı olarak anılırdı. Sobaların yakılması için, kış soğuğu beklenir, birkaç gün soğuğu hissettikten sonra, borular yaldız boya ile boyanır, pazardan tenekeci Yakov’dan yeni parlak bilezikler satın alınır ve soba yenilenirdi. Akşamları babam elinde Vatan gazetesi, kalın camlı yuvarlak çerçeveli gözlüğü, altında minderi ile oturmuş okur, annem mutfağa girip çıkar, kardeşim kurşun askerleri ile harbe hazırlanır, ben de buhar tutmuş pencerede iki kere iki dördü hesaplardım.

Balat ahalisinin büyük kitlesi ekonomik bakımından orta gelirli ve hatta ortanın altında idi.

Annelerimiz bize ‘Fırına git, bakkala git’ gibi görevler verirdi. O zamanlar karşıdan karşıya geçmek tehlikeli değildi, zira otomobiller pek revaçta değildi. Yaz sıcaklarının devam ettiği günlerde, annem ve komşularla, arada bir serinlemek ve biraz olsun ev işi yorgunluğunu gidermek için Fener vapur iskelesinin yanındaki Belediye Halk Bahçesi’ne giderdik. Hem deniz havası alır, hem de biz çocuklar keten helva yerdik. Eğer annemin çantasında yeterli para varsa, bana çıngıraklı tahta çember veya Eyüp işi küçük boyanmış düdüklü testi de alırdı. 

 İlkokula gidiş gelişler biraz zahmetli idi galiba. Biraz bundan bahseder misiniz?

Parlak kumaştan evde dikilmiş siyah önlükler, beyaz yuvarlak kenarı örülmüş kola vurulmuş sert yakalar, pencerenin önündeki minderin üstüne yerleşmiş kahverengi yuvarlak kenarlı kutu çantam, kalın palto, boynumda yün hırka, ayağımda bot ayakkabılar, başımda siyah siperli okul şapkam yola koyulurdum. Vapur iskelesine veya sandal iskelesine giderdim.

Sırtımdaki çantamı, elimdeki sepeti kalabalığın arasından kurtara kurtara ya iç salona varır veya dıştaki soğuk rüzgârı hissederek Hasköy’e varırdık. Hasköy’e gelince, iskele verilir, biz öğrenciler sırtlarında ağır çanta, ellerinde alüminyum çift katlı sefertası vapurdan inerdik.

 Güzel havalarda hafta sonları pikniklere gider miydiniz?

Cumartesi akşam üstüleri annem, babam, dayılarım, komşular pazar sabah gidilecek Silahtarağa gezisi hazırlıkları hakkında konuşup kimin ne getireceği, francala fırınından kaç ekmek alınacağı, nerede hangi saatte buluşulacağını tartışırlardı. Konuşmaların bir kısmı Türkçe, çoğu İspanyolca idi.

Pazar sabahının erken saatinde herkeste büyük bir telaş, büyük bir hareket. Yemekler, sefertasılar, sepetler, file çantaları, her şey yerleştirildikten sonra, dönüş zamanı için de lüzumlu giyecekler hazırlanırdı.

Hep birlikte Balat içinden dışına giden Balat Çarşısı’ndan geçerdik. Manavı, kasabı, ciğercisi, ekmek fırını, salatacısı sabahın erken serin saatlerinden faydalanıp mallarını tezgâhlara dizer, düzeltirken birbirlerine laf atarlardı. Bizim Balat böyle tatlı, samimi, candan insanlardan oluşmuş bir yerdi.

Bizim kafile Balat dışındaki halk otobüs durağına doğru yürürdü. Kahvehanenin önünde toplanıp, Eyüp-Silahtarağa halk otobüsüne binerdik. Erkekler ağaçlar arasındaki tahta kulübeye gidip yer hasırları kiraladıktan sonra, kıyıda gölge bir yere tahta iskemle ve saç masaları sıralarlardı. Anneler hasır sepetlerden örtüleri çıkarıp masaların üstüne yaydıktan sonra, herkes yere serilen hasırların üstünde uzanırdı. Dayılarım ise sandal kiralarlardı. Sandal sefasını bitirdikten sonra birkaç gündür hazırlanan yemekler hep birlikte yenmeye başlanırdı.

Etraftan rakı kokularına karışmış meze kokuları ile birlikte, sağdan soldan tanınmış şarkı sesleri gelirdi. Karınlar doyduktan sonra, yörenin sessizliği ve havasından olsa gerek erkekler hasırların üstüne uzanırdı. 

 

 Biraz da dinimize ve geleneklerimize bağlılığınızdan bahsedelim. Bayramlarımız nasıl kutlanırdı?

Annem elimden tuttuğu gibi, soğukta, yağmurda üşenmeden, beni Balat dışındaki sinagoga yollardı. Yaşıtlarım gibi dinimizi öğrenmeliydim. Okul dersleri, okuldan gidiş geliş yetmiyormuş gibi, haftada üç gün akşamüstleri, yaz kış demeden Mahazike Tora’ya giderdim. Ayrıca her cumartesi sabahı Şabat elbiselerimi giydirir, elime talleti sıkıştır, beni sinagoga uğurlardı. Bu cefa dört yıl devam etti. Yılların ardından, bugün her sinagoga gidişimde, her bayramda evde söylenen Agada, Hanuka dualarını okuduğumda, daima annemi düşünür, ona bütün bunlar için teşekkür etmeyi unuttuğum için üzülürüm.

Balat’ta, Rum ve Ermenilerle aynı günlere düşen Hanuka ve Noel bayramları, en çok çarşıda hissedilirdi. Kırmızı yumurtalar, mis kokan paskalya çörekleri, pamuklu yeşil küçük, büyük çam ağaçları, kokinalar. Bunların yanında, tenekeci Yako’nun soba boru ve dirseklerinin yanında duran, el yapısı tenekeden mumlu veya yağ fitilli Hanukiyaları.

Her evde, her akşam, babalarla birlikte Hanukiyalar yakılırdı.  Bazı yıllar Ramazan Bayramı Hanuka ve Noel ile aynı tarihe düşerdi. O dönemde havada bir ruhanilik, bir beraberlik, bir saygı, bir hürmet hissedilirdi.

Purim Bayramı’ndan sonra Pesah hazırlıkları başlardı. Mahallede Pesah hazırlığı her evden hissedilirdi.

Kipur günü ise bütün Yahudilerde olduğu gibi Balat’ta da çok önemli bir gün sayılırdı. Çoğunlukla Kipur günü annem bizleri sinagoga yollardı.

Geleneklerine bağlı bir toplumduk. Asimilasyon kelimesi pek kabul edilen bir olay değildi, ancak az sayıda da olsa, gizlenen evlilikler vardı. Balat’ta benim hatırladığım kadarı ile Hemla adında bir gençlik teşkilatı vardı. 

 

Bugün hâlâ o günlerin özlemini çeker misiniz?

O zamanlar Rum, Ermeni, Müslüman, hepimiz birbirimize yakın ve saygılı idik, birbirimizi sever ve sevilirdik. Bugün en büyük özlemim, insanların birbirini sevmesi ve sayması. Tekrar o eski sahneleri bir defa olsun yaşamak isterdim. 

O günleri, anılarınızı kaybetmemek için bir şeyler yapıyor musunuz?

1943 seneleri biz Yahudiler için kolay olmayan bir devreydi. Buna rağmen insanlar geçim derdi ve yaşam savaşı içinde dinlerini koruyarak yaşamlarını devam ettirmeye çaba gösterdiler. İşte ben böyle bir zamanda bu semte doğdum ve çocukluk yıllarımı burada yaşadım.

Bütün anlattığım olayları seneler sonra çocuklarıma da anlatmak ve göstermek istedim. Ancak çocuklarımın küçük olmaları ve benim de yaş olarak büyümemden dolayı hatıralarımda kalanların seneler sonra ne kadar farklılaştığını, eski tılsımını zaman içinde kaybettiğini gördüm. Oradan içim buruk bir şekilde ayrıldım. Ancak bir insanın çocukluk hatıraları bir yaşta tekrar su yüzüne çıkıveriyor. İşte bu nedenle Balat hayatı hakkında kaleme aldığım yazıların yanı sıra o renkli, güler yüzlü esnafların evlerini ve mesleklerini canlandıran minyatürler de yapmaya başladım.

 

2 Yorum