Holokost Kurbanları Anısına... İçimizdeki Şeytan: FAŞİZM

Faşizm, insanlık tarihinin belli bir dönemindeki belli toplumlara mı özgüdür yoksa içimizdeki şeytan mıdır? Dostlarımla konuştum, “yüzlerinde ince bir gülümseme / limon çiçeklerine eğilir gibi” yanıtladılar beni...

Onur BEHRAMOĞLU Perspektif
5 Şubat 2014 Çarşamba

Onur Behramoğlu

Onur: Kuzey İtalya’da faşizme direnen arkadaşlarından koparılarak Auschwitz Kampı’na gönderildiğinde tanınmış bir yazar değil, bir kimyagerdin. Ölüm yolculuğu nasıl başladı Primo?

Primo Levi: Almanlar, daha sonraları alışacağımız budalaca bir titizlikle yoklamayı yaptılar. “Hepsi kaç parça?” diye sordu en sonunda birlik komutanı; yoklamayı yapan lider dimdik durup hepimizin “altı yüz elli parça” olduğunu bildirdi; doğruydu bu. Sonra bizi otobüslere bindirip Capri Tren İstasyonu’na götürdüler. Orada bizi bekleyen bir trenle nöbetçiler vardı. İlk tokatları orada yedik. Bu, bizim için öylesine saçma, öylesine yeni bir şeydi ki, hiç acı bile duymadık; ne vücutça ne de ruhsal bakımdan. Yalnızca derin bir şaşkınlık içindeydik: Bir insan nasıl dövülebilir hiç öfkelenmeden?

William L. Shirer: ‘Kavgam’da yazar: “Ben de fizik baskının birey ve halk üzerindeki önemini aynı derecede anladım. Yenilen düşman, çoğu zaman, umursamazlığa düşüyor ve yeni bir karşı koymanın gereksizliğini anlıyordu.” Hitler’in geliştirdiği Nazi taktiklerinin bundan daha iyi bir çözümlemesi yazılmamıştır.

Onur: Hitler ABD’ye savaş ilan ettikten sonra Almanya’dan en son ayrılan gazetecilerden birisin William. Savaş sonrasında Nazi suçlularını yakından izleyip müttefiklerin eline geçen resmi Alman belgelerini görüp inceleyerek üç ciltlik ‘Nazi İmparatorluğu’nu yazdın. Sence Hitler’i nasıl anlamalıyız?

William L. Shirer: “Binlerce kızın, iğrenç, çarpık bacaklı Yahudi piçleri tarafından iğfal edilmesi kâbusu” diye yazabilen Hitler’deki Yahudi düşmanlığının kökleri onun baskı altındaki cinsel kıskançlığında aranabilir. Diyor ki: “Yavaş yavaş bu adamlara karşı kin duymaya başladım. Bu benim en büyük manevi uyanışım oldu. Ödlek bir kozmopolit olmaktan çıktım ve bir Yahudi düşmanı oldum.” Hitler, Başbakan oluşundan az önceye kadar, Almanya’da resmen bir yabancı, bir Avusturyalıydı. Habsburg İmparatorluğu’nun son yıllarında yetişen, uygar başkentte tutunamayan, o sıralarda Alman aşırı politikacıları arasında geçerli olan bütün saçma saplantılara ve kinlere yapışmış, Çek olsun, Yahudi olsun, Alman olsun, fakir ya da zengin olsun, sanatçı ya da zanaatkâr olsun yurttaşlarının büyük çoğunluğunca doğru, namuslu, saygıdeğer sayılan şeylerden nasipsiz bir Avusturyalı olarak ele alındığı zaman ancak anlaşılabilir. Almanya’da kuzeyden, batıda Ren’den, Doğu Prusya’dan, hatta güneydeki Bavyera’dan gelen her Alman’ın kalbinde ve aklında Adolf Hitler’i sonunda eriştiği noktaya çıkaran aynı etkenler bulunabilir.

Onur: Sadece Almanlar mı, sen ne dersin Jorge? Ne de olsa İspanya İç Savaşı’nda Fransa’ya sığınan cumhuriyetçi bir ailenin çocuğu, II.Dünya Savaşı’nda da Fransa direnişinin aktif militanı olarak Buchenwald Kampları kâbusunu yaşayıp tanınmış bir yazar ve siyaset adamı oldun.

Jorge Semprun: Kasım 1936’da Madrid yine gazetelerin manşetindeydi. Cenevre’de Calvin Lisesi’nin bir sınıfındaydım. Calvin Lisesi’nde kısa bir süre kaldım ama çok kesin bir anım var, oldukça da şiddet dolu. Kantonun faşist şefi Oltramare yanlısı çok sayıdaki son sınıf öğrencileri teneffüse çıkıldığında Roma selamı yapıp sloganlar atıyordu. Biz de yumruklarımızı kaldırarak yanıt veriyorduk, kimi zaman da birbirimize giriyorduk.

Wilhelm Reich: Irklar kuramı, faşizmin uydurduğu bir şey değildir; tam tersine: ırksal nefret, bu nefretin siyasal alanda dile gelişi demek olan tek parti buyurganlığını doğurmuştur. Demek ki Alman faşizminin yanında, bir İtalyan, İspanyol, Anglo-Sakson, Yahudi, Arap faşizmi vardır. Faşist anlayış, ezilmiş, yetkiye susamış, her an başkaldırmaya hazır ‘basit aklın’ anlayışıdır. Bütün faşist buyurganların en sıradan, en gerici küçük burjuva sınıftan çıkmış olmaları rastlantı değildir. Küçük burjuva, ‘büyükler’in tutumuna öykünüp onun abartılmış, gülünç hale getirilmiş bir örneğini vermekten öte bir şey yapmamaktadır. Faşizmin hangi güçlere yaslandığını anlayabilmek için, horlanmış küçük burjuvanın kişiliğini yıllarca incelemiş olmak gerekir.

Onur: Şaire sorsak?

Ergin Günçe: Faşizmi çocuklar da anlayabilir / Dayak yemektir serseri bir babadan / Karanlık odaya kapatılmaktır / Hakkını istemekte direttiğin zaman / Üvey ana, yarı güleç öksüze / Sabunlu eliyle tokadı yapıştırır / Henüz yaslıdır çocuk henüz dayanıksızdır / Yıldırmaktır amaç esir etmektir / Çocuk faşizmi yanağında tanır / Onlar niçin böyle çirkin olurlar / Bir tek güzel faşist yaşamamıştır / Anlamlı sorulardır bunlar çocuklar size / Okullar bu dersi öğretmiyorlar.

Odisseus Elitis: Herhalde niyet etmek yetmiş kötülük için.

Onur: Toplama kampına getirildikten sonrası Primo?

Primo Levi: On dakikadan kısa bir süre içinde, biz işe yarar erkekler bir grup haline getirildik. Ötekiler, kadınlar, çocuklar ve yaşlılar ne oldu, başlarına ne geldi, onu ne o sırada öğrenebildik ne de daha sonra: Gece yuttu onları. Ama bugün biliyoruz ki, bizim trenden yalnızca doksan altı erkekle yirmi dokuz kadın ayrılmış, sayıları beş yüzü aşan geri kalanlardansa iki gün sonra tek bir insan bile hayatta kalmamıştır. Üç yaşındaki Emilia böyle öldü; çünkü Almanlar, Yahudi çocukları öldürmeyi tarihsel bir gereklilik bellemişlerdi. Emilia, Milanolu mühendis Aldo Levi’nin uyanık, neşeli, zeki kızıydı; bizi ölüme götüren lokomotifin Alman makinisti, lokomotifin buhar suyunu dışarı akıtmak alışkanlığında olduğu için, kızın ana-babası, bir aralık bir çinko leğende kızlarına sıcak bir banyo bile hazırlayabilmişlerdi. İşte böyle, kaşla göz arasında, karılarımız, ana-babamız, çocuklarımız bizden kopup ölüme gittiler. Onlarla vedalaşmak olanaksız bir şey haline girdi. Onları bir süre peronun öbür ucunda kara bir yığın olarak gördük, sonra bir daha hiç görmedik.

Ergin Günçe: O kadar çocuktu ki ölürken / Okuldaki bir şarkıya başladı.

Odisseus Elitis: Onun o sıcak okşanmamış başını / Hayat dolu o iri gözlerini anlatıyorlar / Hayatın hiç terk etmeyecekmiş gibi dolu olduğu gözlerini!

Onur: Faşizmin kitle ruhu anlayışı üzerine kuramsal düzlemde en çok kafa yoranlardan birisin Wilhelm. Nedir bu ırkçılığın aslı astarı, nedir bu ulusal nefret?

Wilhelm Reich: Faşizm siyasal bir parti değildir, bir yaşam felsefesi, insan, sevgi ve emek karşısında takınılan özel bir tutumdur. Avrupa’daki Marxçı partilerin siyasal öğretisi, bütün öbür kaygıları bir yana bırakıp, aşağı yukarı iki yüz yıllık bir dönemin iktisadi durumuyla ilgilenmekteydi; bu dönem, yaklaşık olarak XVII. yüzyılla XIX. yüzyıl arasındaki makineleşmeyi kapsıyordu. XX. yüzyıl faşizmiyse, aşağı yukarı 4000’le 6000 yıl arasında değişen bir zaman dilimini kaplayan, insanın kişilik özellikleri, gizemcilik ve otorite gereksinimiyle ilgili temel sorunu ortaya çıkarmıştır.

Jorge Semprun: Bir şiirinde Victor Hugo, kendisine su veren albay babasına ateş eden İspanyol yaralıyı betimler. “Mağripli’nin teki...” Hugo’nun bu dizesinde bir ırkı küçük görmesini tümüyle reddederek şunu söyleyebilirim: Özellikle ‘el Moro’, İspanyol ortak bilincinde hâlâ sıklıkla ‘yabancı’nın, dalavereci ve kaygı verici yabancının, ötekinin kalıplaşmış anlatımıdır. Bu, belki de yalnızca İmparatorluk ve sömürgecilik İspanyası, Amerika yerlilerine yaptığı gibi Morolar’ı katletmeyi ya da Hıristiyanlaştırmayı beceremediği içindir.

Primo Levi: Giysilerimizi, ayakkabılarımızı, saçlarımızı bile aldılar. Adlarımızı da alacaklar; adlarımızı korumak istiyorsak bunu yapabilecek güç ve kudreti kendi içimizde bulmalıyız.

Onur: Nasıl olabilir bütün bunlar?

Wilhelm Reich: Bir ‘führer’, ancak kişiliğini oluşturan yapılar – kitle ruhbilimi açısından – geniş halk yığınlarının zihinsel yapılarıyla çakışıyorsa tarih yazabilir. Hitler, bütün gerici hareketler gibi, küçük burjuva sınıfın birçok katmanına dayanmaktaydı. Babası onu devlet memuru yapmak istiyordu, oğul babanın kurduğu tasarıya başkaldırdı, “ne olursa olsun” buna uymamaya karar verdi: badanacı oldu ve yoksul düştü.

William L. Shirer: Hitler’in, düşmanlarının sık sık iddia ettikleri gibi, evlerde badanacı olarak çalışmadığı kesindir. Hitler, Viyana’ya ait küçük resimler yapıyordu. Beden işlerindeki bütün tembelliğine rağmen doymak bilmez bir okuma düşkünü olduğunu, gündüzlerini ve gecelerini kitapları yutmakla geçirdiğini hatırlarlar. Hitler o sırada her zaman aç olduğunu söyler. Kavgam’da belirttiği gibi, kendisinde, küçük burjuvaların proletaryaya düşme korkusu vardı. I.Dünya Savaşı sırasında iki kere yaralandı. Cesaretinden ötürü iki kere madalya aldı.

Wilhelm Reich: Babaya başkaldırının dışında, babanın otoritesinden kuşkulanmak ya da onu yadsımak söz konusu değildi. Otorite karşısındaki bu iki yönlü tutum, başkaldırmayla atbaşı giden saygılı ve uslu kabulleniş, gençlikten erginliğe geçiş döneminde küçük burjuvanın ruhsal yapısının temel niteliklerinden biridir  ve yaşama koşulları güçleştiği oranda belirginleşir. Onun giriştiği propagandanın yığınları ardına takıp götürmesine izin veren, insanların buyurgan, özgürlüğe düşman ve sıkıntılı ruhsal yapılarıdır. Gamalı haça en büyük birlikleri sağlayan hep orta sınıflar olmuştur.

Onur: Orta sınıfların toplumsal-iktisadi ağırlıkları ne kadar olabilir ki onları günah keçisi yapıyorsun Wilhelm? Ürkütücü anlamsızlıklarıyla tüm o sembolleri, marşları, Nazi selamlarını da onlar yaratmadılar ya?

Wilhelm Reich: Orta sınıflar, kişilik yapılarından ötürü, iktisadi önemlerini fersah fersah aşan büyük bir toplumsal güç oluştururlar. Ataerkil düzeni binlerce yıl ayakta tutma ve tüm çelişkilerine karşın yaşatma hünerini gerçekleştiren de yine bu toplum katmanıdır. Toplumsal durumu, küçük burjuvanın kendi toplumsal katmanıyla ya da sanayi işçileriyle özdeşleşmesini önler; orada yarış ağır bastığı için kendi katmanına, yeryüzünde en çok işçileşmekten korktuğu için de sanayi işçilerine katılıp kaynaşamaz. Faşist hareketse küçük burjuva sınıfın bir araya toplanmasına yol açmıştır. Gözü hep yukarda olan küçük burjuva, sonunda, iktisadi durumuyla öğretisi arasında koskoca bir uçurum yaratır. Son derece güç koşullarda iyi kötü yaşamaya uğraşırken, dünya karşısında, zaman zaman gülünçlüğe dek varan abartılmış, temsili bir tutum takınmaya çabalar. Çok kötü ve az beslenir, ama ‘adam gibi giyinme’ye müthiş önem verir. Küçük burjuvanın kişilik yapısı, sanayi işçisinin zihinsel yapısından, özellikle işte bu ‘yukarı çevrilmiş bakış’la ayrılır. Buyurucu öğreti karşısında küçük burjuva özellikle zayıftır, zihninde kişileştirdiği ulusla tepeden tırnağa özdeşleşebilir. Aile içerisinde baba tarafından temsil edilen buyurgan devlet, düşünsel açıdan, aile buyuruculuğunda hiç durmadan kendini çoğaltır. Yurt ve ulus tasarımları, ana ile ailenin zihinde canlandırılmış simgeleridirler. Tıpkı uluslar gibi aileler de birbirlerinden ayrılıp kabuklarına çekilirler.

Onur: Tam bu noktada, toplama kamplarından geçmiş bir başka dostuma bırakıyorum sözü.

Louis Althusser: Açlıktan geberiyorduk. En keskin soğuklarda (o yıl ısının eksi kırka kadar düştüğü olmuştu) ağır çalışmalara zorlandık. Kendi hesabıma ben iyi dayandım. Kampta, en önce geldikleri için bütün servislere el koymuş olan Polonyalı gruplar da vardı; bunlar 1939’da ‘ihanet etmiş’ olan Fransızlara hiç de iyi gözle bakmıyorlardı. Tutsaklık deneyimimin bana öğrettiği başka bir şey de, artık ana-babayla birlikte ve aile yuvasının, sınıfın ve derslerin evreninde yaşamıyor olmaktan duyduğum haz ve rahatlıktı. Devletin en korkunç, en dehşetli ve en ezici ideolojik aygıtı olan ailenin boyunduruğu altında değildim.

Onur: Toplama kampından kaçmayı düşünmediniz mi?

Louis Althusser: Geçmişsiz geleceksiz şimdiyi yaşamak! Tutsaklığın beş yıl süreceğini bilmiyorduk elbette. Gerçekte ben bu tutsaklık yaşamına pekâlâ yerleşmiş ve uyum sağlamış olduğumu kabul etmeliyim; ana-baba kaygısı yoktu; dikenli tellerle çevriliydik, silahlı muhafızların gözetimi altındaydık; yoklamaydı, aramaydı, angaryaydı, tüm bu aşağılayıcı uygulamalara katlanıyorduk; ilk ve son yıllar çok da aç kaldık, ama, nasıl diyeyim, gene de kendimi orada güvenlikte ve tutsaklık sayesinde her türlü tehlikeden korunmuş hissediyordum. Birçok arkadaşın buna kalkıştığını gördüğüm halde ben kaçmayı ciddi olarak hiç düşünmedim. Bir gün Alman doktorla biraz atıştım; ama, beni ‘tartmak’, yani görünürdeki iddiacılığımın ve başkaldırı cüretimin gerçek ölçüsünü almak için sabırsızlanan revirin bütün Polonyalı personeli önünde beni huzuruna çağırdığında, acınacak bir durumda kekelemekten başka bir şey yapamadım. Bir ay hapis cezası yedim ve zavallı Rusların çürüdüğü zindanları tanımış oldum.

Primo Levi: Olağanüstü bir hak elde etmiş olanlar, o hakkı elde etmemiş olanları eziyorlar; kampın sosyal yapısı bu insanlık yasasına dayanıyor.

Onur: Dünyanın sosyal yasasının da bundan iyi özetlenebileceğini sanmıyorum. Özgürlük yanılsaması içinde yaşadığımız dünya...

Primo Levi: Güçlükler baş gösterince, geçmişle geleceği tümüyle unutmak çok kolaylaşıyor. Kamp argosunda ‘hiçbir zaman’, ne demektir, biliyor musunuz? ‘Yarın sabah erkenden’. Auschwitz bölgesindeki kamplar gibi çoğunluğu Yahudilerden oluşan kamplarda, tutuklular, genel olarak, herhangi bir örgütsel ya da askeri deneyimden yoksundu; Avrupa’nın dört bir yanından geliyorlar, farklı diller konuşuyorlardı, bu yüzden birbirlerini anlamıyorlardı; hepsinden önemlisi, yaşam koşulları daha katı olduğu ve çoğunlukla omuzlarında gettolarda yaşanmış uzun bir açlık, işkence ve aşağılanma deneyimini taşıdıkları için, ötekilerden daha aç, daha zayıf ve daha yorgunlardı. Böylesine kötü bir duruma getirilmiş ve böylesine istikrarsız bir insan dokusunda, isyan tohumunun kök salmaması anlaşılır bir şeydir.

Onur: Anlattıklarınız, II. Dünya Savaşı’na dair Hollywood filmlerinin sürekli yeniden ürettiği -çılgın bir führer’in yol açtığı felaketler, bir örnek mazlum Yahudiler, özgürlük savaşçısı müttefik kuvvetler, akla kara gibi ayrılabilen iyiler ve kötüler- yani  sahte tablolardan oluşan resim galerisini terk etmeye zorluyor bizi. Sinema, toplumları ileri çekme dinamiği rolünü üstlenmek yerine gerçekliği kırık aynalardan yansıtıyorsa; en temel değerleri tanımlama çabasında sanat, içi boşaltılmış bal kavanozu kadar tat verebilecek duruma düştüyse, insan nasıl özgürleşebilir?

Wilhelm Reich: Savaşmak, bir takım fabrikalar kurmak, bayrak sallamak, görkemli geçit törenleri düzenlemek, özgür bir kuşak yetiştirmenin yanında çocuk oyuncağıdırlar. Savaşçılık ve hastalıklı yurtseverlik söz konusu oldu mu, dost-düşman kolayca anlaşır. Ama, özgürlüğün tanımına sıra geldi mi, ortaya çıkan karışıklık Babil’in son günlerini arattırır. I.Dünya Savaşı sırasında silah yapımcıları kınanmış, II.Dünya Savaşı’ndaysa şu ‘büyük ruh hastası’. Bu, kusuru hep başkalarına yükleme isteğidir! Gerçekte, onu önlemek için gerekli her türlü olanağa sahip bulunan insan kitleleridir savaşın biricik sorumlusu. Bütün insanların kusuruna, kesin sorumluluğuna parmak basmak, insanları ciddiye almak demektir. Zavallı kurbanları sayarak acımaksa, onları sorumsuz ve güçsüz çocuklar yerine koymaktır.

Primo Levi: Kampların varlığını bilmeyen ya da kampları birer sanatoryum sanan tek bir Alman bile yoktu.

Jorge Semprun: Yaşamı aşan değerler vardır: Yaşam yüce değer değildir. Yaşam dolaylı bir biçimde kutsaldır: Kendi içinde ve kendisi için yaşamın değerinden üstün değerler olan insan özgürlüğünü, bağımsızlığını ve onurunu güvence altına aldığı zaman.

Louis Althusser: “Kendine masal anlatmamak”: bu formül benim için materyalizmin tek tanımıdır. Maddenin, yerini iletişim olgusunun ‘maddesel olmayan’ dünyasına bırakarak yeniden ‘ortadan kaybolduğunun’ iddia edildiği böyle bir zamanda, ben Marx’a, ama lafzına değil – buna hiçbir zaman önem vermedim – materyalist esinine, içten ve derinden bağlı kalıyorum. İyimserim; bu esinin tüm çölleri başarıyla geçeceğine inanıyorum.                                                                                     

Onur: Hitler 30 Nisan 1945’te eşiyle birlikte intihar edene kadar sığınağında direnir, en güvendiği Himmler ve Goering bile onu terk etmişken, Goebbels yanında kalır ve o da eşi ve çocuklarıyla birlikte ölüme gider. Silahlanma Bakanı Mimar Albert Speer ise, liderine veda etmek ve ‘çorak toprak politikası’nı sabote ettiğini itiraf etmek için, öldürülmeyi de göze alarak sığınağa ziyarete gelir. İnsanda tiksinti de yaratsa tuhaf bir cesaret örneği mi görmeliyiz bu olup bitenlerde?

William L. Shirer: 19 Mart 1945 tarihli ‘çorak toprak’ emirlerine göre, Almanya’daki bütün sınai tesisler, bütün önemli elektrik fabrikaları, su tesisleri, gaz fabrikaları, yiyecek mağazaları ve elbise mağazaları, bütün köprüler, demiryolları ve ulaştırma tesisleri, bütün su yolları, bütün gemiler, kamyonlar ve lokomotifler tahrip edilecekti. 23 Mart’ta da, Nazi derebeyleri arasında o sırada en yüksek mevkii işgal eden, Hitler’in sekreteri Martin Bormann, aynı derecede korkunç başka bir emir çıkarttı: Doğudan ve batıdan bütün halkın ve yabancı işçilerin ve savaş esirlerinin Almanya’nın merkezine getirilmesi! Bu milyonlarca insan yaya olarak Berlin’e gönderileceklerdi. Almanya dümdüz bir tarla olacaktı. Alman halkını yenilgiye katlandıracak hiçbir şey bırakılmayacaktı ortada.

Primo Levi: Belki de, olanları anlamak mümkün değildir, hatta anlamamak gerekir, çünkü anlamak neredeyse haklı çıkarmak demektir. Savaş her zaman korkunç bir olgudur: Kınanması gereken bir şeydir, ancak içimizdedir, bir rasyonelliği vardır, savaşı ‘anlarız’. Nazi nefretinde ise rasyonellik yoktur: İçimizde olmayan bir nefrettir, insanın dışındadır, faşizmin ölümcül gövdesinden doğmuş zehirli bir meyvedir, ancak faşizmin de dışında ve ötesindedir. Onu anlayamayız; ancak nereden doğduğunu anlayabiliriz, anlamalıyız da ve tetikte olmalıyız. Anlamak olanaksızsa da, bilmek gereklidir, çünkü olan şey geri dönebilir, vicdanlar yeniden yoldan çıkarılıp, karartılabilir: Bizimkiler de.

Louis Althusser: İdealist, trenin hem hangi istasyondan kalktığını, hem de nereye gittiğini önceden bilen adamdır ve trene bindiği zaman nereye gideceğini de bilmektedir, çünkü onu götüren trendir. Materyalist ise aksine, nereden gelip nereye gittiğini bilmediği trene hareket halindeyken binen adamdır… Marx’ın şu sözüne sarılıyorum: Ne olursa olsun, “tarihin hayal gücü bizimkinden geniştir.”

Onur: Kaç kişi, II.Dünya Savaşı sonunda Almanya’nın Dresden kentinin ABD-İngiltere uçaklarınca bombalanmasının, Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine atılan atom bombalarıyla öldürülenden daha çok sayıda insanın yaşamını yitirmesine sebep olduğunu bilir? Ya da, savaş sonunda Sovyet ordularının ilerleyişinden kaçarak Danimarka’ya sığınan, üçte birini on beş yaşından küçüklerin oluşturduğu iki yüz elli bin kadar Alman’ın, tel örgülerle çevrili toplama kamplarına alındığını ve binlercesinin hastalıklardan yok olup gittiğini bilen kaç kişi vardır? Başkalarının ölümünü umursamadıkları için ölümü hak ettiklerini mi düşünüyoruz? İlk taşı atmaya hangimiz gönüllü?

“Hâlâ yağmur yağıyor. Sonsuza dek yağacağa benzer. Ve sonsuza dek dolaşacağım, elde bir şemsiye, güzel açık hava pastaneleriyle dolu pembe bir küçük kenti arayarak.”

 

* Şair ve yazarlara ait tüm dizeler-cümleler, aşağıdaki yapıtlarından alıntıdır:

-William L. Shirer, Nazi İmparatorluğu (Doğuşu-Yükselişi-Çöküşü), çeviren: Rasih Güran, Ağaoğlu Yayınevi, 1969

-Wilhelm Reich, Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı, çeviren: Bertan Onaran, Payel Yayınevi, 1975

-Primo Levi, Bunlar da mı İnsan, çeviren: Zeyyat Selimoğlu, Can Yayınları, 1996

-Louis Althusser, Gelecek Uzun Sürer, çeviren: İsmet Birkan, Can Yayınları, 1998

-Jorge Semprun, Hoşça Kal Güzel Aydınlık, çevirenler: Nedret Tanyolaç Öztokat-Erdim Öztokat, Can Yayınları, 2000

-Ergin Günçe, Türkiye Kadar Bir Çiçek-Bütün Şiirleri, Can Yayınları, 1988

-Odisseus Elitis, Görünmez Bir Nisan Ayının Günlüğü, çeviren: Herkül Millas, Bağlam Yayınları, 1991

-Odisseus Elitis, Çılgın Nar Ağacı, çeviren: Cevat Çapan, Adam Yayınları, 1995

 

Kaynak: Aykırı Akademi / Enver Aysever