Leonard Cohen ile Philip Glass’ın rastlantısız karşılaşması

Dünyaca ünlü sanatçı Leonard Cohen son yapıtı ‘Book of Longing’de, günümüzün en tartışmalı bestecilerinden sayılan Philip Glass’la önemli bir işbirliğine imza attı

Rubi ASA Sanat
31 Ekim 2013 Perşembe

Sessizce içeri girdi bir ışık demeti penceremden,

Doğruca güneşten gelen ve küçük odamın derinlerine

Atılırcasına aşkın ışıltısına doğru…

Parlak ve samimi görünüyordu,

Oysa nadiren gördüğün toz, buna rağmen

Tarısal bir isim oldu bana…


Dizeler; günümüzün müzisyen, şair, söz yazarı, ressam Leonard Cohen’in son yapıtı ‘Book of Longing’den alınma ‘The Light Came Trought the Window’ şiirinin ilk dizeleriydi.

60’larda yaygın karşı kültür hareketinin öncülerindendi. Yaşama, toplumsal hayata, yerleşik olgu ve inançlara karşı duran tavırları, önderliği ile dikkati çekmişti Cohen.

Aşk, seks, din, psikolojik depresyon ve bunlarla harmanlanan sözler Cohen’in eserlerinde en çok görülen temalardır. Diğer temalar kadar olmasa da şarkılarında politikaya da, otoriteye karşı çıkışa da sıkça rastlanır. Aşk ve cinsellik popüler müziğin ortak konusu olmasına rağmen bestecinin çok sağlam bir şair ve söz yazarı olmasıyla bu temalar genelde karanlık, acıtıcı, yıpratıcı ve derin bir biçim alır.

Book of Longing, aslında rastlantısız bir karşılaşmanın epik bir ürünüdür. Rastlantısızdır çünkü zamansızlığın, kimlik karmaşasının, aidiyetin, dinlerin ve yaradılışın etkisinde Tanrısal bir aşkın aranışına ortaklık eder Cohen’in çarpıcı dizeleri, desenleri ve müziğiyle Philip Glass’a.

Bu dizeler, günümüzün belki de en tartışmalı bestecilerinden sayılan Philip Glass’ın müziğiyle harmanlanarak Book of Longing adıyla yeniden yaratılır.

Aslında her iki müzisyenin yaşamsal anlamda çok farklı yönleri çok farklı varoluş algıları vardır. İkisi de besteci, ikisi de yorumcudur. Glass’ın müziği genellikle minimalist olarak tanımlanır. Oysa kendisini bu tanımlamadan uzak tutarak, kendisini ‘yinelenen yapı taşlarının’ bestecisi olarak adlandırır.

Gerek Glass, gerek Cohen… Her ikisine de gençlik yıllarımdan bu yana ayrı ayrı hayranlık beslerdim. Her iki besteci de müziklerinin derinliğini çok iyi kullanan kült sanatçılardır benim için.

Ama son günlerdeki bu rastlantısız ve bilinçli karşılaşma, belki de yaşamlarının bu gecikmiş son evresinde Tanrısal bir buluşmayla, ortaya çıkan bu yapıtla gelecek kuşaklara bir mesaj bırakmak istemektedirler.

Philip Glass son derece üretken bir bestecidir; çeşitli nitelikte çalışmalar yaptı. Onlarca çağdaş opera, senfoniler, konçertolar, film müzikleri ve solo eserler besteledi. Erken dönem müziği minimalist olarak nitelendirilebilirse de, tarzı, son dönem yapıtlarının birçoğunda tonal armoniye de önem vermesiyle hatta farklı türlerde operalar da bestelemesiyle değişkenlik gösterdi. Öylesine farklı öylesine geniş bir skalada operalar besteledi ki, her birinin edebi ve müzikal boyutu tartışmalara yol açıyor.

Glass; Orion, From Einstien on the Beach, Satyagara, Hydrogen Jukebox, Kepler, İtaipu ve adını sayamayacağım kadar çok opera, film müzikleri ve müzik parçaları, konçertolar besteledi.

Ayrıca Peter Dean, Godfrey Reggio, Ravi Shankar, Linda Ronstadt, Paul Simon, David Bowie, gibi avangart sanatçılarla da çalıştı. Son dönem işbirliği içinde olduğu isimler arasında, kendisi gibi New Yorklu olan Leonard Cohen ve Woody Allen var...

Glass kendisini bir Yahudi-Taoist-Hindu-Budist olarak tanımlar. Doğu felsefesine yakınlığı ile 1987’de Columbia Üniversitesi profesörü Robert Thurman ve aktör Richard Gere ile birlikte Tibet House’u kurmuştu.

“Bir kişi Yahudi olmadığını söylerse, / O bir Yahudi değildir. / Ne yazık ve çok üzgünüm, / Fakat bu karar, ne yazık bir sondur.”

‘Not a Jew’ adlı şiirinde, işte böyle tanımlıyor Yahudi olgusunu Leonard Cohen.

Leonard Cohen Polonya asıllı orta sınıf Yahudi bir ailenin oğlu olarak 1934’te Quebec’de doğdu. Babası Nathan Cohen, Montreal’de döneminin önemli kişilerinden biriydi ve Leonard dokuz yaşındayken ölmüştü. Ailesi dinine bağlıydı ve Haham Aaron’un soyundan geldiklerine inanıyorlardı. Babası ona, finansal sıkıntılara düşmeden istediği gibi edebi tutkularının peşinden gidecek kadar gelir bırakmıştı.

Cohen zaman zaman geçirdiği depresyonlarla o günlerde yasal sayılan bazı uyuşturucular kullanmaya başlamıştı. Uyuşturucunun, insanlığın en belirgin özelliği olan iki yüzlülük ve kendini aldatmaya karşı bilincini uyardığını düşünüyordu. Bu fikirler o yıllardan itibaren şarkılarında rastlanan önde gelen temalardan oldu. Şarkılara ve şiire olan merakını annesi Masha Cohen’den almıştı. Ona son derece bağlıydı. Ölümünden sonra bestelerinde hep kayıplar, anne tutkusunun yansıması ve acılı hatıralarını dile getirdiği şiirleri bestelemişti.

Leonard Cohen hiçbir zaman evlenmedi. 1960’lı yıllarda Hydra’da kaldığı günlerde Marianne Jensen ile uzun süre yaşadı. ‘So Long, Marianne’ adlı şarkı da ona ithaf edilmiştir. Ayrılmalarından sonra sanatçının Suzanne Elrod’dan 1972 yılında Adam adlı bir oğlu, 1974 yılında da Lorca adında bir kızı oldu. Adam Cohen 1990’ların ortasında söz yazarı – şarkıcı olarak kendi kariyerine başladı. Sanılanın aksine en sevilen şarkılarından olan ‘Suzanne’, çocuklarının annesi Suzanne Elrod’a değil Quebec’li heykeltıraş Armand Vaillancourt’un karısı Suzanne Verdal’e yazılmıştır.

Cohen’in bir romancı ve şair olarak altyapısı bu konulara alışılmadık bir duyarlılıkla yaklaşmasını sağlar. Geniş bir dinleyici kitlesine ilk ulaşan parçası olan ‘Suzanne’ aşk şarkısı ile meditasyon arasında bir yerdedir. ‘Famous Blue Raincoat’ karısının onu en yakın arkadaşı ile birlikte aldattığı bir adamın bakış açısına göre yazılmıştır. Mektup şeklinde olan parça bu yakın arkadaşa hitaben yazılmıştır.

“Sanırım seni özlüyorum, /  Ve seni affediyorum,

Bil ki düşmanın uyuyor / ve karısı artık özgür.”

‘Everybody Knows’, AIDS gerçeğinden bahseder, ‘Chelsea Hotel’ ise Janis Joplin ile yaşanan bir gecelik aşkı çok da duygusal olmayan bir şekilde konu alır.

Leonard Cohen’in şarkıları, Yahudi kökleriyle de oldukça ilgilidir. Bu en çok ‘Story of Isaac’ ile, melodisi ve sözleri, Roş Aşana’daki 11. yüzyıl geleneksel şiiri ‘Unetaneh Tokef’i hatırlatan ‘Who by Fire’da öne çıkar. Daha karmaşık kabalistik tümceler içeren ve anlaşılması güç Yahudi temaları ‘Various Positions’ adlı albümde kendisini hissettirir.

‘Hallelujah’, ‘Tower of Song’, ‘A Singer Must Die’ ve ‘Jazz Police’ ise müziği konu alan şarkılarındandır. Sosyal adalet de şarkılarında yine öne çıkan temalardandır. Özellikle son yıllarda tutucu politikalara karşı devrimci  bir tutum göstermiştir. Hepimizin severek dinlediği ve ironik bir dille ifade ettiği ‘Democracy’ adlı şarkısı ABD’nin aslında bir demokrasi olmadığını belirtir.

Cohen’de sık rastlanan diğer bir tema da ‘savaş’tır. 1973’de Yeruşalayim’e giden Cohen, İsrail-Mısır savaşı sırasında askerlere moral vermek üzere cepheye gitmiştir. Söylentiye göre burada ateş hattında o zaman general olan Ariel Şaron ile de konyak içmiş, birlikte yarı sarhoş şarkı söylemişlerdir. Ardından, iki tarafın askerlerine adadığı ‘Lover Lover Lover’ parçasını bestelemiştir. Soykırımı lanetlediği ‘Puppet Time’ ironik bir biçimde Alman kuklaları ile Yahudi kuklalarının metaforik kullanımıyla, varlık sorunsalını anlatır.

Gerek bir Fransız direniş şarkısı olan ‘The Partisan’ı seslendirmesi, gerek kendi parçası “The Old Revolution”dan anlaşılacağı gibi tüm müzik kariyeri boyunca ezilenlerin yanında olmuştur.

Her iki besteci de Yahudi kimliklerini yaşamları boyunca farklı boyutlarda sorgulamışlardır.

‘Book of Longing’ işte bu iki dev sanatçının yaşamları boyunca harmanladıkları öz varlıklarının son saf demlerini, rastlantısız bir karşılama ile buluşturdukları ağıt niteliğinde bir yapıttır.