Yakın zaman önce, sahasında bir ilk olan kitap yayımlandı: “Cumhuriyet Tarihi Soyadı Hikâyeleri” (Nisan 2013, Doğan Kitap). Marmara Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Dekanı ve öğretim üyesi olan Prof. Dr. Emine Gürsoy Naskali’yle; kitabını, 21 Haziran 1934’te kabul edilen ve 2 Temmuz 1934’te yürürlüğe giren Soyadı Kanunu’nun neticeleri olan ‘Soyadı Hikâyeleri’ni konuştuk
Orçun Üçer
“Cumhuriyet Tarihi Soyadı Hikâyeleri” şahıslara sorulan ve onların kendi ağızlarından, kalemlerinden çıkan tanıklıklarından teşekkül ederek, 600 kadar ‘hikâyeyi’ ihtiva ediyor. Kitap, 18.-19. Yüzyıl Türkmen Şiiri Antolojisi, Altayca- Türkçe Sözlük, Bozkırdan Bağımsızlığa Manas, Hakasça- Türkçe Sözlük, Türk Dünyası Gramer Terimleri Kılavuzu, Manas Destanı, Türk Kültüründe At, Sinan Paşa-Tezkiret’ül Evliya, Stalin ve Türk Dünyası, Vatan Cephesi Dâvâsı, Yassıada Zabıtları (birkaç cilt), Anayasa Dâvâsı Toplu Savunması, Zindanlar ve Mahkûmlar gibi telif eserlerin yazarı, Türkoloji profesörü Emine Gürsoy Naskali imzasını taşıyor…
Hoca’nın, neredeyse popülerleşmiş bazı çalışmaların editörlüğünü üstlendiği ve hepsinde bir veya daha fazla makalesinin olduğu kitaplar da vardır: Ağıt Kitabı, Arı ve Bal, Ayakkabı Kitabı, Çoban Kitabı, Defin/Türkler ve Ölüm, Hakaret Kitabı, Hapishane Kitabı, Hediye Kitabı, Sünnet K itabı, Kahve/Kırk Yıllık Hatırın Kitabı, Temizlik Kitabı, Tuz Kitabı, Tütün Kitabı, Uçmağa Varmak Kitabı, gibi…
Hocam, bildiğim kadarıyla Türkçede soyadı hikâyeleri üzerine bir kitap yok. Çalışma var mı peki?
Atatürk’ün vermiş olduğu soyadlarıyla ilgili tezler yapıldı. Bir de tabii yazar-çizerlerin kendi hayatlarını anlattıkları kitaplarında, “Benim soyadım Atatürk tarafından verilmiştir” yahut “şuradan gelir” gibi açıklamaları var. Benim bu kitabım meşhur insanların değil, sokaktaki sade vatandaşın soyadlarını ne şekilde aldıklarını tespit etmek içindir. Tabii bu arada birkaç meşhur insanın soyadına da değinmiş oldum; büyükbabam Celâl Bayar, Altay Paşa, Şeref Kaya, Halide Edip Adıvar, Aziz Nesin gibi… Fakat büyük çoğunluğu -600 kadar soyadı var- meşhur olmayanlarınkidir.
İnternette, hakkında en fazla arama yapılan konulardan biri… Türklerde, Hıristiyanlıktaki gibi vaftiz sistemi olmadığı için, bunu öğrenebilecekleri kayıt sistemi de yok.
Doğru. Soyağaçları da merak ediliyor. “Acaba benim soyum nerelere/kimlere dayanıyor?” merakı… Bu kitap, Soyadı Kanunu’yla sınırlı; biliyorsunuz, o da çok yeni: 1934’te kanun çıkıyor ve 1935’in sonuna kadar, aşağı-yukarı bir yıl içinde herkes soyadını almış oluyor. (O zamanki Türkiye’nin nüfusu 16 milyon.) Bu işin ilginç bir yanı; bir zümrenin, sınıfın değil, bütün Türkiye’nin iştirak etmesidir…
Nüfus memurlarının kendi kafalarına göre soyadı ‘dağıttıkları’ doğru mu?
Bu pek doğru değil; hatta efsane! Kişiler kendilerine soyadı seçememişlerse yardımcı oluyorlar elbette. Anladığım kadarıyla, soyadı verilmeden önce, nüfus memuruyla aralarında sohbet oluyor. O sohbette, kendi geçmişinden ve ailesinden söz ediyorlar. Memur da bu anlatılanlara binaen soyadı öneriyor. Bazen, o anda gelişen olaylara göre de veriyorlar: Soyadı konusunda karar verememiş biriyle “Hangi soyadını seçelim?” diye düşünen memur, o esnada çıkan yemeğin yanındaki taze ekmeği görünce, “Tazeekmek olsun” diyor… Fakat tabii bunlar müstakil olaylar; külliyen böyle oldu, diyemeyiz.
Bugün de kullanılan lâkapları ve aile isimlerini (‘falanoğulları’, ‘filângiller’ gibi) düşündüğümüzde, toplumun soyadına çok da yabancı olmadığını söyleyebilir miyiz?
Toplum yabancı değil ama şöyle bir hukukî yönü de var: Bazı yatılı okullarda, köylerde lâkaplar var ama herkesin lâkabı yok; onun için bütün Türkiye’yi kapsayan bir durum değil. Lâkaplar var diye ‘soyadına ne gerek vardı?’ diyemeyiz.
Böyle itirazlar da olmuş çünkü değil mi? Kitabınızda, Nihal Atsız’ın bu itirazından bahsetmişsiniz.
Evet, olmuş. Dediğiniz gibi, Nihal Atsız bunlardan biri... Bir başka sakıncası da, lâkapların resmî kayıtlara geçmemesi… Yalnızca sizin sosyal çevrenizin bildiği isimler çünkü… Meselâ 1800’lerde yazılmış eski metinleri okuduğumuzda, müellifin atıf yapacağı zaman ‘Yusufoğlu İbrahim’, ‘Ahmedoğlu Mehmed’, deniyor ama yeterli olmuyor. Öyle ya, kim bunlar? Onun için, bir köye isnat etmek durumu oluyor: “Bilmemnereli/bilmemneli Ahmedoğlu Mehmed” gibi… Kısacası; eğer vatandaş olarak tescil olacaksak bir soyadına geçiş şarttı ve bu kanun da onu yaptı.
Bu kitap tamamen sizin şahsî merakınızın neticesinde mi doğdu?
Evet, öyle oldu; ama soyadlarıyla ilgilenmem nereden çıktı, tam olarak hatırlayamıyorum.
Bu çalışmanız Türkiye Cumhuriyeti özelinde; ama genel olarak soyadı kavramı ne zaman doğmuştur? Bu konuda araştırma yaptınız mı? Bir de sizin editörlüğünü yaptığınız ve konularla alâkalı makalelerinizi neşrettiğiniz; “Türk Kahvesi Kitabı”, “Beden Kitabı”, “Ağıt Kitabı”, “Hakaret Kitabı”, “Hapishane Kitabı”, “Hediye Kitabı” gibi kitaplara “Soyadı Kitabı” olarak eklenen bir halka olabilir miydi bu çalışmanız?
İsimler üzerine bir çalışma yapıyorum ama bu başlı başına bir konu; müstakilen çıkması daha hoş olur diye düşündüm… İlk sorunuza gelirsem; Pek çok ülkede (meselâ Finlandiya’da) yakın zamana kadar soyadı yok. Yirminci yüzyılda geçiliyor. (Bugün artık soyadı da yeterli değil, mutlaka bir vatandaşlık numaranız olması lâzım.) Kimliğinizi, dar çevrenin dışında da ifade etmek durumunda, isim yeterli görülmüyor, muhakkak bir soy ismi ihtiyacı doğuyor; günümüzde –örneğin bizde- TC Kimlik Numarası da ekleniyor.
Baktığımızda; ilk soyadı kavramının Çinlilerde ortaya çıktığını, Avrupa’da da ilk Romalıların kullandıklarını görüyoruz. Dünyadaki ilk soyadı kanununun da Yahudileri, ilk önce asimile, sonra da ifşa etmek için çıktığı söyleniyor. –Hıristiyan bakış açısından tabii- Bu kişinin Yahudi olduğu belli olsun, niyetiyle… Daha sonra da Hitler Almanya’sında Yahudilerin Alman soyadı almaları yasaklanıyor. Yalnızca Tevrat’tan seçebiliyorlar. Yani soyadı, siyasetin de aracı oluyor…
Türkiye Cumhuriyeti’nin Soyadı Kanunu’nda, bir eşitlik olduğu söylüyorsunuz kitabınızda; soyunu belli edip imtiyaz sağlamak değil…
Hayır, değil; hatta tam tersi bir durum var… Bu konuda iki farklı görüş var: Onlardan biri; Soyadı Kanunu’yla köklerimiz silindi, nereden geldiğimizi bilemez olduk, diyor… Belki çok meşhur aileler, ‘zâde’liğe mensup olanlar hatırlayamaz olmuşlardır ama Türkiye’nin geneli için böyle bir ‘zâde’liğe bağlantı olmadığından ‘kökünü kaybetmek’ ne kadar var, onu bilemiyorum.
Avrupa’daki gibi, aristokrat bir sınıf zaten yok…
Doğru. Bence bu Kanun, ‘zâde’ gibi bir soya bağlanmayı; Ermenilerdeki gibi ‘yan’ (‘oğlu’) soyadını almayı –ama İstanbul Ermenilerinde var bu ek; onlara dokunulmamış.- veya bir aşiret adını taşımayı engellemek için de getirilmiştir.
Aslında, herhangi bir sosyal sınıfı kaldırmak gayesi güdülmüş anladığım kadarıyla.
Evet, ben de öyle düşünüyorum.
“İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir milletiz” ‘düsturunun’ tatbiki mi acaba?
Ne kadar şuurlu bir şekilde yapıldı bilmiyorum ama mutlaka biraz bu şuur da var… Örneğin, yer isimleri de soyadı olamıyor…
Bunun tek istisnası “Atatürk” soyadı oluyor. Atatürk’ün kardeşi Makbule Hanım da dâhil olmak üzere, kendisinden başka kimse o soyadını taşıyamıyor ve bu, kanunla yasaklanıyor.
Ben bunda, Atatürk’ün çevresindeki insanların takdiri olduğunu düşünüyorum; kendisinin özel isteğiyle oluğunu, bir dâhili olduğunu sanmıyorum. Bu kararda, bu soyadının tek imtiyazının Atatürk’e ait olması, başkalarının ondan istifade edememesi niyeti de vardır bence…
Yahudilerde durum nedir? Onları tespit edebildiniz mi?
İstanbul’daki Yahudi arkadaşlarıma sordum ama onlar da söyleyemediler soyadlarının nereden geldiğini veya nasıl verildiğini.
Yahudilerdeki soy isimleri, genellikle yer adlarıdır; misal, Toledo soy ismi, aynı adlı şehirden mülhemdir, malum…
Ben, Yahudilerin soyadlarına pek dokunmamışlar intibaını taşıyorum.
Kitabınızda, yalnızca iki Yahudi vatandaşı tespit edebildim: ‘Dilman’ (s.66) ve ‘Romi’ [İspanya’da bir kasaba adı. –O.Ü.] (s.186) soyadlarını alan şahıslar. Aslında ‘Dilman’ soy ismini alan (ya da verilen) kişinin soy ismi Dilman değil; Türkçe bir ad çünkü…
Tabii değil, değiştirmişler…
Bu değiştirmenin sebebi nedir acaba? (‘Gerçek’ soyadı Alazraki –O.Ü.) “Ailemiz dille uğraştığı için…” diye açıklamış mezkûr şahıs. Bu değiştirme ailenin tercihi mi yoksa devletin (sözgelimi, Atatürk’ün) önerisi mi sizce?
Tam bilemiyorum ama belki de o dönemin hâlet-i ruhiyesine dâhil olmak düşüncesi olabilir… Kendi tercihleridir, diye düşünüyorum; çünkü bir kısıtlama gelmemiş. Rum vatandaşlar, eski soyadlarını alabilmişler; mesela, Dimitriyadis, Dimitriyadis olarak devam etmiş…
Türk kültürü de dâhil olmakla birlikte pek çok kültürde ‘-oğlu’ ekiyle biten soyadları var. Neden ‘-kızı’ yok? Bu, bir cinsiyete atıf mı, yoksa -‘bilim adamı’ndaki ‘-adam’ın erkek değil de ‘insan’(âdem) anlamında olması gibi- insan’a/insanoğluna bir gönderme mi; ya da doğrudan doğruya insan mı demek?
Cinsiyet üzerinde durulması yakın zamanların bir hâdisesi… İşte, ‘bilim adamına yapılan itirazlar ve bilim kadını da densin, diye önerenler olduğu gibi… Tabii buna, sizin de dediğiniz gibi, “oradaki ‘-adam’ zaten ‘insan’ demektir” diye cevap da veriliyor… Bu, feminist akımın bazı çevrelere getirdiği bir hassasiyettir kanaatimce… Sorunuza gelince; bunun nedeni, bildiğimiz kadarıyla dünyadaki bütün toplumlara hâkim olan ataerkil yapı olabilir…
Soyadı alma mecburiyeti -kanun zoruyla- yalnızca Türkiye Cumhuriyeti’nde mi vardı?
Hayır, bize özgü değil; kanun zoruyla, Japonya’da da yapıldı. Finlandiya’da da öyle olması lâzım.
Atatürk’ün bizzat verdiği soy isimlerin dökümünü çıkardığınızda, (kitabınızda, dedeniz Celâl Bayar’a da soyadının bizzat Atatürk tarafından verildiğini öğreniyoruz), ortaya çıkan tablo nedir? Misal, Cumhuriyet’in ‘ulus inşa etme’ sürecinin –veya dilerseniz Türkleştirme politikalarının diyelim- bir yansıması görülebiliyor mu bu tercihlerde?
Zannetmiyorum. Kişinin meziyetine, kabiliyetine, yaptığı işe, temeyyüz ettikleri alanlara binâen soyadları bulup verilmiş.
[Not: Bu söyleşide bana eşlik ederek fotoğraf çeken sevgili dostum Kubilay Bürgân’a teşekkür ederim…]