İmdat trafikte sıkıştım, yok mu kurtaran?

Günün her saati içine sıkışıp durduğumuz bu “trafik” çaktırmadan bizi kıskıvrak saran, elimizi kolumuzu bağlayan gizli bir hayalet midir? Yoksa yolda aracını süren her birimizin bir parçasını oluşturduğumuz, verdiğimiz hatalı sollama, gereksiz şerit değiştirme, hız sınırını zorlama kararlarıyla şekillendirdiğimiz bir olgu mudur?

Çevre
15 Mayıs 2013 Çarşamba

Talya ENRİQUEZ ROMANO

 

Sabahları evden işe giderken geç kaldığımızda veya arkadaşlarımızla buluşacağımız cafeye sözleştiğimiz saatten yarım saat sonra vardığımızda söylediğimiz cümleler hep aynıdır; “kusura bakma köprü tıkalıydı, trafikte sıkıştım...”, “sorma yolda kaza olmuş, trafikte kaldım...”, “ay hava güzel diye herkes kendini sokağa atmış, yol çok kalabalıktı trafikte tıkandım...” Büyük şehirlerde yaşayanlar için ‘trafik sıkışıklığı’ günlük hayatın ayrılmaz bir parçası haline geldi.  Peki, hiç düşündünüz mü, günün her saati içine sıkışıp durduğumuz bu ‘trafik’, çaktırmadan bizi kıskıvrak saran, elimizi kolumuzu bağlayan gizli bir hayalet midir? Yoksa yolda aracını süren her birimizin bir parçasını oluşturduğumuz, verdiğimiz hatalı sollama, gereksiz şerit değiştirme, hız sınırını zorlama kararlarıyla şekillendirdiğimiz bir olgu mudur?

İstanbul’da her ay ortalama 20.000 yeni araç trafiğe katılırken, aynı sürede ortalama 13.000 bebek doğuyor.  Başka bir deyişle, her ay şehir nüfusuna katılan bebeklerin bir buçuk katı kadar arabayı yollarımıza ekleyerek, nur topu gibi bir trafik sorununu elbirliğiyle doğurmuş oluyoruz.  Ne yazık ki problem sadece artan araba sayısı ile de sınırlı kalmıyor. Trafik yoğunluğu ekonomiyi de olumsuz yönde etkiliyor.  İstanbul’da trafikte harcanan zaman, iş gücü kaybı ve fazladan tüketilen yakıt hesaplandığında, yıllık kayıp 5 milyar lirayı buluyor.  İstanbul trafiğinde yaklaşık 2,5 milyon araç olduğunu göz önüne alırsak, her birimiz aracımız için gerekli ortalama beş yakıt deposunu, bir yere ulaşamadan sadece durduğumuz yerde sarf etmiş oluyoruz.  Ulaşımda yaşanan tıkanıklıklar sadece Türkiye’de değil, dünyanın birçok ülkesinde ekonomiye zarar veriyor. Çin ve Hindistan gibi gelişmekte olan Asya ülkelerinde, trafik yoğunluğu nedeniyle yaşanan kayıplar, gayri safi milli hâsılanın yüzde 2-4’üne denk geliyor. Bu durumun Amerikan ekonomisinde neden olduğu zarar ise 100 milyar doları buluyor. 

Ekonominin yanı sıra ekoloji de yoğun trafikten nasibini alıyor.  Karayollarındaki araçlardan salınan karbon emisyonları, iklim değişikliğine neden olan tüm sera gazlarının yüzde 13’ünü oluşturuyor.  Uluslararası Enerji Ajansı’nın tahminlerine göre, eğer küresel ölçekte fosil yakıt tüketiminde bir azalmaya gidilmez ise, 2050 yılına kadar ulaşım sektörüne bağlı sera gazı salınımı yüzde 70 artacak.  Hali hazırda, gelişmekte olan Asya ülkelerinde, karayolu ulaşımına bağlı karbon emisyonları son 10 senede yüzde 10 artmış. Ekonomik kalkınmaya bağlı olarak hızla yükselen araç sayısı, bir yandan karbon emisyonunu artırırken diğer yandan trafik yoğunluğunu katlanılmaz bir hale getiriyor.

Kaçın-Değiştir-Geliştir modeli

Peki, ‘bir iki ağaç yüzünden’ kamu yararına olacak tüm kalkınma çalışmalarından vazgeçip evde mi oturacağız? Tabii ki hayır. Trafik sorununu azaltmak ve ekonomik kalkınmayı sürdürebilmek istiyorsak, üçüncü köprü inşa etmek yerine üçüncü bir yol bulmak için bakış açımızı değiştirmemiz gerekiyor.  2010 yılında, dünyanın önde gelen kalkınma bankaları ve ulaştırma uzmanları tarafından oluşturulan Kaçın-Değiştir-Geliştir modeli, ekonomik kalkınmayla sürdürülebilir ulaşımın birleşimi için ideal bir sistem sunuyor.  Araştırmalar, Kaçın-Değiştir-Geliştir modelinin dünya genelinde ulaşım sektöründe yaygınlaşması sayesinde 2050 yılına kadar 50 trilyon dolar tasarruf sağlanabileceğini öngörüyor.

Birbiriyle bağlantılı üç stratejiden oluşan bu modele göre, kişilerin daha fazla mal ve hizmetten faydalanırken, bunlara ulaşmak için motorlu taşıt kullanmaktan Kaçınması gerekiyor.  Bu bağlamda iki sokak ötedeki süpermarkete gitmek için arabaya binmek yerine, yürümeyi veya bisiklete binmeyi tercih etmemiz öneriliyor.  İkinci strateji olarak ulaşımda alışılagelmiş uygulamaların Değişmesi; yolcu ve mal taşımasında deniz taşımacılığı, karayolu veya raylı sistemlerden en verimli olanına geçilmesi öneriliyor. Düşünün bir kere, martı sesleri ve püfür püfür rüzgâr eşliğinde vapur sefası yapmak varken, sadece ‘altımızda araba olmasını’ istediğimiz için iki saat köprü trafiğinde çile çekmek ne kadar mantıklı?  Üçüncü stratejide ise Geliştirilen araç ve yakıt teknolojileri sayesinde, taşımacılıkta verimliliğinin ve çevresel performansının artırılması tavsiye ediliyor. Daha az benzin tüketen araç modelleri veya Toyota Prius gibi hibrid arabalar bu stratejinin iyi örneklerini oluşturuyor.

Hiç kuşkusuz ulaşım ve taşımacılığın verimli hale gelmesinde en büyük görev hükümete ve yerel yönetimlere düşüyor.  Geçtiğimiz ay, gelecek nesil ulaştırma sistemlerinin tartışıldığı Asya Sürdürülebilir ve Çevresel Ulaşım Forumu’na gözlemci olarak gitme şansım oldu.  Endonezya’nın Bali adasında düzenlenen foruma bölgedeki 27 ülkenin ulaştırma bakanları, sivil toplum kuruluşu temsilcileri ve ulaştırma uzmanları katıldı. Üç gün süren görüşmeler sonucunda, katılımcılar gelecek nesiller için bir ulaştırma vizyonu oluşturdular.  Vizyon Üç Sıfır: Sıfır Hava Kirlililiği, Sıfır Trafik Sıkışıklığı, Sıfır Kazaismiyle yayınlanan deklarasyon, gelecekte Asya ülkelerinde trafiğe bağlı hava kirliliği, sıkışıklık ve kazaların sıfıra indirilmesini öngörüyor.

Uzaklarda tropik bir adada 150 kişinin katkılarıyla oluşturulan “Vizyon Üç Sıfırı” hayal perest bir belge olmaktan çıkarıp, genç kuşaklar için gerçek hale getirmek bizim elimizde.  Bireysel araçlarımızın içinde durduğumuz yerde sıkışmak yerine, toplum olarak geleceğe doğru ilerlemek istiyorsak; hepimizin hedefinin aynı olduğunu unutmayalım. İster sıkışık bir toplu taşıma aracında ayakta duran çalışan, ister de lüks arabasının konforunda ilerleyen patron olalım her birimizin akşam eve dönerken tek bir isteği var, sevdiklerimize mümkün olan en kısa zamanda kavuşmak. 

 

 İstanbul’da ÜÇÜNCÜ KÖPRÜ çözüm mü?

Türkiye’de ve özellikle İstanbul’da ne zaman trafik sıkışlığından bahsedilse, yolların eksikliğinden ve köprülerin yetersizliğinden şikâyet edilir.  Geçtiğimiz Eylül’de Poyrazköy-Garipçe güzergâhında inşasına başlanan üçüncü köprü, İstanbul trafiğinin mucizevî çözümü olarak gösteriliyor.  Fakat ne yazık ki, köprü, kent yaşamında faydadan çok zarara sebep olacağa benziyor.  Son yedi ayda köprü yapımı nedeniyle 800.000’den fazla ağaç kesildi, inşaatın tamamlanacağı 2015 yılına kadar bu rakamın bir buçuk milyon ağacı bulması bekleniyor. Normal zamanda iklimin en iyi dostu ve karbon deposu olan ağaçlar, kesildikleri zaman yıllardır depolamış oldukları tüm karbondiyoksiti atmosfere geri salarak küresel ısınmanın artmasına sebep oluyorlar.  Ayrıca, ormanların yok olması nedeniyle evsiz kalan onlarca hayvan ve bitki türünün yaşamları tehlike altına giriyor.  Bunlara ek olarak; köprüye çıkacak yüzbinlerce araçtan salınacak karbon emisyonları hesaba katıldığında, üçüncü köprünün İstanbul’un doğası için ne kadar büyük bir tehdit olduğu daha da iyi anlaşılıyor.