İlk haftanın bilançosu olumlu

32. İstanbul Film Festivali’ndeki ilk izlenim, zengin programında çok kaliteli filmlerin yer almış olması

Viktor APALAÇİ Sanat
10 Nisan 2013 Çarşamba

Bu yazımızda, ilk haftasını geride bıraktığımız sinema maratonunda öne çıkan filmlerine değineceğiz. 70 yıllık bir suskunluk döneminden sonra, Belgrad’da Yahudi ve Çingeneler için yapılan bir toplama kampını açığa çıkaran ‘Gün Doğarken’, iki kadının birbirlerinin oğlu ile yaşadıkları aşkı anlatan ‘Yasak Aşk’, insanların başkalarının hayatını röntgenleme zaafına değinen, kışkırtıcı bir film ‘Başka Bir Hayat’, Faşist Salazar döneminden gizemli bir öykü anlatan ‘Lizbon’a Gece Treni’, senaryosunda üç filme yetecek malzeme barındıran polisiye melodram ‘Babadan Oğula’ ilk haftanın öne çıkan festival filmleri

 

BELGRAD’DAKİ YAHUDİ MEZARLIĞI

Ünlü Sırp yönetmen Goran Paskakjevic, Belgrad’daki Yahudi Müzesi’nden elde edilen tarihi bir belge üzerine yaptığı ‘Gün Doğarken’ ile 2012’nin sinema olaylarından birine imzasını attı.

Emekli müzik öğretmeni Prof. Misha Brankov’un bir sabah Belgrad’daki Yahudi Müzesi’nden aldığı bir davet sonrasında hayatı değişir. Dini bütün bir Sırp Hıristiyanı olarak büyüyen profesör, kendisine uzatılan bir kutudaki mektuptan bir Yahudi ailesinin çocuğu olduğunu öğrenir.

Belgrad’taki bir kazı sırasında ortaya çıkan bu eski kutu nedeniyle araştırmalara başlayan profesör, ülkesinin Nazi işgali yıllarında, Yahudiler ile Çingenelerin bir fuar alanına kurulan toplama kampına koyulduklarını ve öldürüldüklerini öğrenir. Bir kanalizasyon kazısı esnasında yer altından çıkarılan kutudaki mektubun izini süren profesör, o dönemi yaşamış Yahudi ve Çingenelerin tanıklıklarından, ailesi tarafından iki yaşındayken bir Sırp aileye teslim edilmesiyle hayatta kaldığını öğrenir.

Olayın kahramanı müzik öğretmenini bulan, tanıklığından yararlanan Goran Paskaljevic’in senaryosunu yazdığı bu ‘kendini keşfetme’ hikâyesi, 70 yıllık bir suskunluk dönemine son verdi.

Boşnak oyuncu Mustafa Nadarevic, Piskoljevic’in karısının hastalığından dolayı İstanbul’a gelemediğini filmin iki seansında festival izleyicilerine anlattı.

Ben kendisine ‘Schindlerin Listesi’nden beri bu denli etkileyici bir final izlemediğimi ve Paskaljevic’e yaşattığı duygu fırtınası için tebriklerimi iletmesini rica ettim. Müziğin evrenselliğini ve etkisini kanıtlayan, Çingene orkestrasının Yahudi mezarlığındaki konseri gözyaşı pınarlarımızı harekete geçirdi.

AİLE DEĞERLERİNE TERS Mİ DÜŞÜYOR?

Kırklı yaşlarının sonlarında olan çocukluk arkadaşı iki kadının birbirlerinin oğlu ile yaşadıkları aşkı anlatan ‘Yasak Aşk / Two Mothers’ geçen ay izleyici karşısına çıktığı Sundance’te, ‘aile değerlerine’ ters düştüğü suçlamasıyla büyük gürültü kopardı.

‘Tehlikeli İlişkiler’den tanıdığımız Christopher Hampton’un, Doris Lessing’in kışkırtıcı romanından senaryolaştırdığı filmde, İngilizce ilk filmini çeken Fransız kadın yönetmen Anne Fountaine’in imzası var.

Cinsellik, dostluk, ihanet, aşk temaları etrafında dönen bu psikolojik dram, aile ve ahlak kavramlarının çelişkilerini ustalıkla sergiliyor.

Birbirlerinin oğluna aşık olan, biri evli, diğeri bekâr, iki kadın Avusturalya’nın cennete yakın bir koyunda, iki komşu evde oturuyorlardır.

İki anne de ilişkilerinin yanlış ve sakıncalı olduğunun farkındadır ama mutluluk, suçluluk duygusuna ağır basar. Ta ki sırları ortaya çıkana dek...

Sörf ustası iki yakışıklı gencin hayatlarına kaçınılmaz olarak, iki yaşıtı girer. Yaşlı sevgililer rakiplerini kıskanırken, aradan çekilme kararı alırlar. Ama tutku, şehvet, cinsel çekicilik devreye girince işler beklenmedik bir hal alır. İki delikanlının genç sevgilileriyle evlenip, çoluk çocuğa kavuşmalarına rağmen.

İki tecrübeli aktris Naomi Watts ve Robin Wright bu zor rollerinin altından başarıyla kalkıyorlar. Fedâkar anne performansıyla ‘Kıyamet’ filmiyle Oscar’a aday gösterilen Naomi Watts, arkadaşının oğlunu baştan çıkaran anne rolünde harikalar yaratıyor. Robin Wright iyi oyunculuğunu sergiliyor.

RÖNTGENCİLİĞİN DAYANILMAZ CAZİBESİ

Fransız sinemasının, filmleriyle olay yaratan, en kışkırtıcı yönetmeni François Ozon, senaryosunu da yazdığı ‘Başka Bir Hayat / Dans La Maison’da 16 yaşındaki bir lise öğrencisinin, yazma yeteneğiyle birlikte keşfettiği gözlemciliğin nasıl röntgencilik boyutuna geçtiğini anlatıyor.

Lise öğretmeni Germain, 16 yaşındaki Claude’un parlak zekasını ve kompozisyon yazma yeteneğini keşfeder. Claude kompozisyon ödevi için aradığı esin kaynağını sınıf arkadaşının evinde bulur, keskin gözlem gücüne, cüretkârlığı ve röntgencilik yeteneği eklenince, Germain için ilginç bir denek olur.

Sıradışı öğrencisinin yeteneğinden etkilenen Germain’in Claude’u yüreklendirmesi, hatta provoke etmesi olayları çığırından çıkarır.

Özel hayatın ihlâliyle başlayan olaylar çığırından çıkar. Claude kontrolünü ufak ufak yitirirken, gerçek ile kurmaca ayırt edilemez hale gelir.

Öğretmen, öğrenci ve sınıf arkadaşının aileleri bu röntgencilik olayından kötü etkilenir.

Fransız sinemasında her filminde değindiği cüretkâr konularla olay yaratan, auteur yönetmen François Ozon, en basit bir konudan bile gerilim yaratmadaki eşsiz hünerini bu filmde de kanıtlıyor.

Bir lise ile röntgenlenen bir evde geçen konusu ile film bir polisiye gerilim atmosferinde ele alınmış. Ozon, insanoğlunun başkalarının hayatını didiklemekten aldığı zevki 16 yaşındaki bir yeniyetmenin kişiliğinde ustalıkla işliyor. Fabrice Luchini, Kristin Scot  Thomas, Emmanuelle Seigner gibi deneyimli oyuncuların yanında, genç Denis Ménochet kendisine destek veriyor.

2012’de San Sebastian’da En İyi Film, En İyi Senaryo Ödüllerini kazanan film Toronto’dan Fibresci (Uluslararası Eleştirmenler Birliği) ödülüyle ayrıldı.

FAŞİST SALAZAR LİZBON’UNDAN GİZEMLİ ÖYKÜ

‘Fatih Pelle’ ve ‘İyi Niyetler’ adlı filmleriyle Cannes Film Festivalleri’nde iki kez Altın Palmiye kazanan Danimarkalı yönetmen Bille August, son filmi ‘Lizbon’a Gece Treni / Night Train To Lisbon’u sunmak üzere İstanbul’a geldi. Pascal Mercier’nin uluslararası çok satan romanından uyarlanan film ülkeler ve tarih arasında dolaşan polisiye bir yazboz, romantik bir dram.

1970’lerin faşist Lizbon’unda geçen bu arkadaşlık, ihanet, baskı ve devrim hikâyesini Bille August nefes kesici bir gerilim atmosferi içinde anlatıyor.

Rauimund, düzenli ama monoton hayatını kanıksamış bekâr bir Lee, Latince öğretmenidir. Yaşadığı Bern şehrinde, kırmızı paltolu genç bir kadını tam nehre atlayacakken kurtarınca, kadın da onun hayatını kurtarır.

Anlık bir kararla kadının binmesi gereken trene bindiğinde, kendini Lizbon’da, kadının okuduğu kitabın yazarının peşinde bulur. Kitaptaki gizemi çözmek için çabaları, Raimund’un sönük yaşantısına bir anlam katar. Takıntılı bir dedektif gibi araştırıp, parçaları birleştiğinde, 1970’lerin faşist Salazar Lizbon’unda yaşanmış dramların izini bulur.

Kitaptaki inanılmaz direniş öyküsünün ve imkânsız aşk hikâyesinin yaşayan kahramanlarına ulaştığında müthiş bir gerçekle karşılaşacak hayatını birleştireceği  kadını da bulacaktır.

10 yaşındaki şirin, sarışın oğluyla İstanbul’a gelen Bille August, projeksiyondan sonra filminin yapım aşamasını, Portekizce çekilmesini istediği filmi niye İngilizce çekmek zorunda kaldığını, en küçük rollerde bile Bruno Ganz, Lena Olin, Chirstopher Lee, Martina Gedack gibi uluslararası oyuncularla çalışmanın mutluluğunu anlattı. Senaryoyu okuduğunda aklına ilk gelen isim olan Jeremy İrons’un Charlotte Rampling ve Mélanie Laurent ile uyumunu da August’un ağzından dinledik.

SENARYOSUNDA ÜÇ FİLMLİK MALZEME VAR

Melodram, polisiye ve gerilim türlerinin harmanlayan “Babadan Oğula / The Place Beyond the Pines’da yönetmen Deren Gianfrance’un da içinde olduğu üçlü senaryo ekibi üç ayrı filme yetecek malzeme koymuş. Birbirine göbekten bağlı bu üç öykünün ilkinde profesyonel bir motosikletçinin, sonu kötü biten, banka soygunculuğuna geçişini izliyoruz.

İkinci öyküde motosikletçinin sonunu hazırlayan çaylak bir polis memurunun yükselişini, üçüncüsünde motosikletçiyle polisin oğullarının, 17 yıl sonra yazgılarının birleşme serüvenini izliyoruz.

‘Aşk ve Küller’deki fetiş oyuncusu Ryan Gosling’le yoluna devam eden Gianfrance, yeni doğan oğluna bakabilmek için banka soyan bir motosikletçiyi, kaçarken peşine düşen bir polis memurunu ve bu iki erkeğin yaptıklarıyla kaderleri değişen iki oğullarının öyküsünü, etkileyici bir mizansen eşliğinde anlatıyor. 1950’lerin Amerikan kara filmlerinin atmosferinin taşıyan film, suç, ceza, katılım, yazgı, aile, ebeveyn olmanın sorumluluğu ve ikinci kuşak temaları, motosiklet sürücüsü ile polisin ilişkileri üstünden işleniyor. Film, yozlaşmış polis memurunu canlandıran Ray Liotta’nın kişiliğinde emniyet teşkilatına ağır eleştiriler getiriyor. Polisteki rüşvet manipülasyonunu açığa çıkararak ünlenen, hukuk tahsili görmüş çaylak polisin, politikaya atılmasıyla, New York başsavcılığına yükseliş öyküsü, siyaset ve adalet dünyasına ağır eleştiriler getiren bir tonda anlatılıyor.

Bradley Cooper ve Eva Mendes’li parlak kadrolu, yüksek bütçeli, bu dramatik gerilim, babalar ve oğulların, hırsızlar ve polislerin, kahramanlar ve kötü adamların, intikam ve pişmanlığın kesiştiği bir dünyayı gözler önüne seriyor.