Acele ettirilen çocuklar

Çocuklarımızın hafta sonları nasıl geçiyor? Bir kurstan diğerine, bir özel dersten diğerine koşuşturmacasıyla mı? Peki bu koşuşturmada çocukluklarını yaşayabiliyorlar mı?

Çocuk-Aile
28 Mart 2013 Perşembe

Belin Nas Güner


Son yıllarda anne babalarla yaptığım görüşmelerde sıklıkla şu sözleri duyuyorum:

- Bütün hafta sonlarımız koşuşturmacayla geçiyor. 

- Ben küçüğün yüzmesini beklerken, babası ablayı piano dersine götürüyor.

- Hafta sonları yataktan zor kaldırıyorum.

- Derslerle ve sınavlarla ilgili daha fazla bir şey duymak istemiyor.

- Her çocuğun hoşuna gidecek şeyleri yaptırıyoruz, yine de mutlu olmuyor. Nerede hata yapıyoruz?

Tüm bunlara karşılık çocuklar, hafta sonlarını şöyle özetliyorlar.

“Tam bir karmaşa. Sabahtan öğlene kadar ata biniyorum. Oradan sonra dinlenmek için keman kursuna, sonra da okulda geri kaldığım konuları tamamlamak için etüte katılacağım. Aslında o saatte jiu-jitsu’m var her hafta ama bu hafta sınav haftası olduğu için ekiyorum. Düşük not alırsam annem başıma dikiliverir.”

Günümüzde çocuklar değişen toplum yapısı, teknolojinin gelişmesi, daha eğitimli ve bilinçli anne babaların sayesinde eskiye göre daha farklı bir çocukluk yaşıyorlar. Gerek ilgi alanları, gerek sahip oldukları bilgi ve beceriler çoğu zaman yetişkinleri şaşırtacak düzeyde oluyor. Hatta bazı durumlarda yaşadıkları ve çevrelerindeki olaylarla ilgili yaptıkları yorumlar ve zihinsel becerileri sayesinde yetişkinler, karşılarında “küçük bir yetişkin” varmış duygusuna kapılıyorlar. Artık, belli bir sosyo-ekonomik düzeye sahip ailelerin çocukları günlerini çok daha dolu ve programlı yaşıyorlar. Neredeyse tüm zamanlarının verimli ve etkin bir şekilde kullanılması gerektiğine inanılıyor.

Değişen yaşam koşulları içinde (uzayan okul saatleri, giderek artan hobi sayısı, sınavlara ve okul başarısını arttırmaya dönük özel dersler) artık çocuklar da,  yetişkinler gibi her alanda yoğun bir şekilde programlı ve zaman dilimleri arasına sıkışmış bir düzene ayak uydurmak zorunda kalıyorlar. Bunun bir sonucu olarak da, aslında birçok beceriyi kazanmalarında katkısı olacak serbest zaman etkinliklerine çok az vakitleri kalıyor. Birçoğu, bu düzenlemelerin sonucunda kendi özgür zamanlarını, yapılandırılmamış oyunlarını, gündüz düşlerini, sıkılma ve çevrelerini inceleme-araştırma şanslarını kaçırıyor.

Büyümek artık onlar için daha önce hiç olmadığı kadar rekabetçi bir hal almış durumda. Kafalarını çevirdikleri her yerde ‘süper aile’ler tarafından yetiştirilen ‘süper çocuk’lara rastlıyorlar ve onlar da bu değişime ayak uydurup ‘süper çocuk’ olma yoluna giriyorlar. Ancak henüz duygusal açıdan bu kadar gelişemedikleri için -onların duygularının saati farklı ilerliyor çünkü- yetişkin gibi davransalar bile yetişkin gibi hissedemiyorlar. Yani çocuklar dışlarından ‘yetişkin’ gibi konuşurken, içlerinden ‘çocuk’ gibi ağlayabiliyorlar.

Acaba biz yetişkinler onların içlerinden gelen seslere yeterince kulak verebiliyor muyuz?

Çocukları dinlemek demek, sadece bize ne söylediklerini dinlemek değildir. Onları dinlemek demek beden duruşlarını, yüz ifadelerini, ses tonlarını dinlemektir. Dramaya giderken, ayakkabısını bağlarkenki keyfini/keyifsizliğini dinlemektir. Yataktan çıkarken n’olurdu bir cumartesimi de evde geçirseydimin homurtusuna kulak vermektir. Hoplayarak attığı adımla, geri geri attığı adım arasındaki farkı fark etmektir onları dinlemek.

Bununla, ilgili olarak, Amerikalı bir psikolog olan David Elkind, ‘Acele Ettirilen Çocuklar (Hurried Child)’ kavramını ortaya attı. Bu kavram kısaca, çocukların zamanlarının ebeveynlerin tercihlerine göre düzenlediğini, bu düzenlemenin de her hafta daha fazla ders, çocuğu sosyal, akademik ve kültürel alanlarda geliştirebilecek daha fazla aktivite anlamına geldiğini anlatıyor.

Bu aktivitelerin yapılamadığı zamanlarda ise anne babaların ‘suçluluk’ değilse bile bir ‘rahatsızlık’ hissetmesi giderek daha sık rastlanan bir durum haline geliyor. ‘İyi ebeveynlik’ gereklerini yerine getiremediklerini hisseden anne babalar eğer çocukları kendileri için ulaşılabilir olan fırsatları değerlendirmezlerse (en iyi yüzücü olmaları, jimlastik madalyaları almaları, birden fazla ilgi alanlarının olması, en iyi okullara gidip, iyi derecelerle mezun olmaları gibi) onları bir adım daha ileri taşıyacak şeyi kaçırmış olurlar mı sorusuna takılmış durumdalar ve bu yüzden de fırsat sayılarını sürekli arttırmaya çalışıyorlar.

Sıklıkla duyguğum cümlelerden biri şudur anne babalardan. “Onun için her şeyin en iyisini yapmalıyım ve o da her şeyin en iyisini yapmalı.” Yani elimden gelenin en iyisini yapmalıyım, hatta elimden gelmese de yapmalıyım. En iyi okullara gönderip, en iyi fırsatları sağlamalıyım onun için. Başarısız olduğu ders olursa mutlaka özel öğretmen tutmalıyım. Acele etmeliyim, zaman akıp gidiyor. O büyürken, tüm üstün niteliklerle donatmalıyım. Ama o da buna karşılık vermeli mutlaka. Tüm aktivitelerde önde gelmeli, emeklerimi boşa çıkarmamalı. En çok dili o öğrenmeli, en güzel rolü o yapmalı, piyanonun tuşuna en duygusal o basmalı. Elinden gelenin en iyisini yapmalı, hatta elinden gelmese de yapmalı.

Ama bu düzene ayak uydurmak hiç de kolay değildir çocuk için. Yapılan araştırmalar gerçekte, erken çocukluk dönemlerinden beri akademik programlar içinde yer alan çocukların, böyle bir deneyim yaşamamış çocuklarla olan ilişkilerinde zorlandılarını ve engellenmiş hissettiklerini gösteriyor. Kendini geliştirme konusunda çok fazla zorlanan çocukların, anne babalarından aldıkları mesaj, yaptıkları şeyler konusunda hiçbir zaman çevrelerindekileri tatmin edemedikleri ve yetersiz hissedebilecekleri yönünde olabilir.

Peki, çocukların bu kadar aceleci bir şekilde yetiştirilmesinin ne gibi sonuçları olabilir?

Öncelikle dersler ve özel kurslar arasında koşuşturan çocuk, dinlenme ve eğlence saati için anne babasıyla pazarlık yapmak zorunda kalıyor. Bu yoğunluğun sonuçları ise kapasitelerinin üzerinde ve erkenden başarıya zorlanan çocuklar, evlerde sonu gelmez okul kavgaları ve erken yaşta havlu atarak kliniklere ‘depresyon’ tablosu ile gelen ergenler.

Bunların yanında son yıllarda tükenmişlik sendromu ve kronik yorgunluk yaşayan çocukların arttığı görülüyor. Daha sıklıkla strese bağlı baş ağrısı, karın ağrısı ve kaygıya bağlı diğer sıkıntılar, annesini günün iki saatini jimlastikte geçirmek ya da keman çalmak istemediğini söylemekten korkan çocuklarla karşı karşıya kalıyoruz.

Tabii ki çocukların ilgi ve yetenekleri doğrultusunda yönlendirilmeleri, onların psiko-sosyal gelişimlerine katkıda bulunacaktır. Bunun yararı tartışılamaz. Ancak bu etkinliklerin iyi planlanması ve çocuğun alabileceğinin çok üstünde olmaması gözden kaçırılmaması gereken bir noktadır. Belki de anne babaların unutmaması gereken en önemli şeylerden biri; serbest oyunun çocuklara bağımsızlık sağladığı ve kim olduklarını hissettirdiğidir. Kendi başına vakit geçirebilmek gerçek bir sanattır. Oyunlar aracılığıyla kendi kendilerine kalabilme şansına sahip olan çocuklar kendilerini daha iyi tanırlar, ihtiyaç ve isteklerinin daha çok farkına varırılar ve bunları ifade ederken daha rahattırlar.

Hiç şüphesiz ki çocukluk öğrenme ve yetişkinlikte sahip olunacak sorumluluklara hazırlık dönemidir. Ama öncelikle çocukların oyun oynamak ve hayallere dalmak için zamana ihtiyacı vardır.

Öyleyse çocuğunuzu “boş boş dururken, hiçbir şey yapmıyorken” (evin önündeki basamaklarda boşluğa bakarken, salondaki masanın altında kürdan ve peçetelerden bir uzay kolonisi yaparken ya da bir çizgi romanı 100. kez okurken) gördüğünüzde, bırakın yapmaya devam etsin.  Çünkü aslında yaptığı yoğun bir gün içinden “çocukluğu” için zaman çalmaktır.