Metin Serezli’yi kaybettik

2,5 yıldır akciğer kanseri ile mücadele eden ünlü tiyatrocu Metin Serezli pazar sabahı evinde hayata veda etti.

Sanat
11 Mart 2013 Pazartesi

Eşinin vefatından sonra gazetecilere bir açıklama yapan Nevra Serezli, ünlü sanatçının anma töreni istemediğini söyledi. 

Metin Serezli 12 Mart Salı günü Teşvikiye Cami’nde düzenlenecek cenaze namazı ile ebediyete uğurlanacak. 

Serezli ailesine taziye ziyaretinde bulunan Tiyatrocu Haldun Dormen ünlü tiyatrocunun vefatı ile ilgili olarak şöyle konuştu: “Onunla son zamanlarda sık sık görüşüyorduk; Dormen Tiyatrosu’nu beraber kurmuştuk, söyleyecek söz bulamıyorum.” 

Türk Tiyatrosu’nda bir ekol olan ve yüzlerce sanatçının yetişmesinde payı olan Serezli çifti ile gazetemizin yazarlarından Aylin Yengin, Kasım 2012’de bir söyleşi yapmıştı.

 


İşte Yengin'in kaleminden  Serezlilerin Şalom Dergi’ye söyledikleri.

 

Onları bir arada görür görmez aklıma, karşıt kutupların birbiriyle ilişkisini ortaya koyan Yin -Yang felsefesi geldi! Nasıl gelmesin? Nevra Hanım öyle hareketli, öyle kıpır kıpır, öyle ateş gibiyken, Metin Bey öylesine sakin ve huzurlu bir görünüme sahip ki… İnanılmaz bir denge var aralarında! Ünlü olmanın çok ötesinde, samimi ve çok mütevazı bir portre çiziyorlar. Tiyatro dünyasının iki usta ismi Nevra ve Metin Serezli, sanat camiasında her zaman örnek gösterilen bir çift oldular. Tam 44 yıldır aynı yastığa, aynı sevgi ve saygıyla, aynı aşkla baş koyan bu şen şakrak çiftle sohbet – hani derler ya – paha biçilmezdi! Söyleşilerimi okuyanlar bilir, sohbet sırasında karşılıklı kahkaha attığımız yerlerde (gülüşmeler) diye bir ibare koyarım. Bu röportajda bunu yapmaktan vazgeçtim, aksi takdirde her cümlenin sonu (gülüşmeler) diye biterdi…

 

 

 

Ünlü çiftlere sorduğum standart soru ile başlayalım: Nasıl tanıştınız?

Nevra Serezli: Esas tanışmamız tiyatroda oldu, ama tiyatrodan önce de, ben henüz öğrenciyken, Metin’i bir lokantada görmüştüm ve yakışıklılığına hayran kalmıştım. Ardından onu sahnede izlemiştim ve oyunculuğuna bayılmıştım. Sonradan, Haldun Dormen sayesinde tiyatroya başladım. Ancak oyuna hazırlandığımız dönemde, provalar sırasında Metin maalesef hastaydı ve bir dinlenme dönemindeydi. O yüzden bir türlü karşılaşamamıştık. Ama oyunumun prömiyerine geldi. Üst kattaki odama geldi ve başarılar diledi. Beni o gün beğendiğini söyler – artık ne kadar doğru bilemeyeceğim.

Metin Serezli: Nevra’yı daha önceden de tanıyordum aslında. Bizim o aralar, Haldun ile çok popüler olan bir oyunumuz vardı – “Borusunu Öttüren” (Come Blow Your Horn) diye…

N.S: Hayır yanlış hatırlıyorsun! Oyunun adı “Çıplak Ayak”tı.

M.S: Doğru haklısın! İşte o oyunu oynarken, Haldun bana: “Bugün iki genç oyuncu gelecek. Bir tanesini My Fair Lady’de izledim ve çok beğendim. Onu kadroya almak istiyorum,” demişti. Kızlar geldi, içlerinden bir tanesi çok güzeldi… Onunla da evlendim zaten. Diğeri de çok yakın arkadaşımızdır hâlâ.

N.S: Ben bu arada Metin’e hayranlık duyuyorum ama aklımda başka bir niyet yok. Onun da yok zaten. Güzel kız, kolejden çıkmış, iyi bir oyuncu olma yolunda, diye düşünmüş. Aramızda sadece öyle bir iletişim oldu… Sonra asıl birliktelik, Şirin Devrim’in “Aşşşk” adlı oyununda başladı. Aslında o oyun için beni genç bulmuşlardı. O sırada 24 yaşındaydım ve 35-40 yaşlarında bir kadını canlandırmam gerekiyordu. Ama Metin oynamam için ısrar etmiş. “Nevra bunun altından kalkar,” demiş. Artık bunu benimle birlikte olmak için mi, yoksa gerçekten kabiliyetli bulduğu için mi söyledi, bilemiyorum.

M.S: Nevra’nın o rolü oynamasını çok istiyordum, çünkü çok zor bir roldü ve diğer tiyatrocu arkadaşlarımızın o rolün altından kalkabileceklerini sanmıyordum. Oysa Nevra çok yetenekliydi. Tek sorun çok genç olmasıydı. Ama yapabileceğinden emindim. İnanın ki, o anda bile hiçbir art niyetim olmadan söylemiştim bunu. Ama oyun başladıktan sonra aramızda duygusal bir şeyler başladı.

Peki evlilik teklifi nasıl oldu?

N.S: İşin ilginç yanı ne biliyor musun? Ben evlenme teklifi almadım, hâlâ almayı bekliyorum. Teklif edilecek bir durum yoktu aslında. Her şey doğal bir biçimde ilerledi. Beraberliğimiz yavaş yavaş ciddiyete bindi, sonra da evlendik.

M.S: Demin de söylediğim gibi Aşşşk’ta oynarken, aramızda duygusal bir beraberlik başlamıştı. Ben onların evine gidip gelmeye başladım. Anne babasını çok sevdim, onlar da beni çok sevdiler, benimsediler. Daha sonra da, evlilik teklifine gerek kalmadan, bir anda “Bebek’te mi otursak acaba, yoksa Teşvikiye’de mi?” diye konuşmalar başladı. Annesi bir gün çıktı dedi ki, “Sizin eve harika bir portmanto buldum!” Herkes bize zaten evlenecek gözüyle baktığı için, kimse durumu yadırgamadı. 1966’da tanıştık, 67’de nişanlandık, 68’de de evlendik. 69’da da Murat doğdu.

İki oğlunuz var: Murat ve Selim. Murat’ın da sizin gibi sanatçı olmasında etkiniz oldu mu?

M.S: Kesinlikle hayır.

N.S: Tam tersi, biz engel bile olduk diyebiliriz. Daha doğrusu engellemedik, ama desteklemedik de… Bu işin ne kadar zor olduğunu çocukluğundan beri ona defalarca anlattık durduk. Murat bilgisayar aşığı bir çocuktu, çok da iyi çizimler yapardı. Bilgisayar mühendisliğini kazanamazsan, mimarlık yap demiştik. Mimar Sinan Üniversitesi mimariyi kazandı, ama mimarlık yapmak istemedi. Bilgisayarı önce hobi olarak devam ettirdi, ardından çok başarılı animasyonlara imza attı. Sonra birdenbire bir reklam filmi teklifi geldi. Ardından da peş peşe teklifler gelmeye başladı. Aslında kamera arkasını tercih etmesine rağmen, yaptığı iş hoşuna gitti; başarılı olunca da bu kez dizilerde oynamaya başladı. Murat çok güzel bir çocuktu, çocukluğunda reklam filmlerinde oynama teklifi alırdı, sonra çok yakışıklı bir delikanlı oldu, bu kez mankenlik teklifi almaya başladı. Hiçbirine sıcak bakmamıştı – kısmet 35 yaşından sonrayaymış!

Bir söyleşinizde okumuştum, “tek eksiğimiz torun” demiştiniz? Torun hasretiniz bitti mi?

N.S: Nihayet kavuştum onlara, torun hasretim bitti. İki yaşına girmek üzereler. İkiz kızlarımız var: Bade ile Beste. Siz gelmeden 10 dakika önce onlara babaannelik yapıyordum. Çok iddialı konuşacağım belki, ama rahatça söyleyebilirim ki, dünyada böyle bir duygu yok!

Allah o kadar güzel bir programlıyor ki bence, yaşlılık halindeyken sana aşkı tattırıyor. Yeniden aşık oluyorsun. O gençlikteki kalp çarpıntılarını tekrar, bu kez torunlarınla yaşıyorsun. Metin ile 40 küsur senedir süren bir evliliğimiz var ve ona hâlâ aşığım, onu hâlâ çok seviyorum. Eve gelirken ayak seslerini duyunca ya da telefonumda resmini görünce hâlâ heyecanlanıyorum. Ama gençlikteki o pırpırı, bana bugün yaşatan birileri varsa torunlarımdır. Belki de geç kalmış bir babaanne olduğum için bu duyguları bu kadar dolu dolu yaşıyorum. Dedeliği de Metin anlatsın…

M.S: Ne yalan söyleyeyim, erkekler bebeklerin çok küçüklük hallerini biraz yadırgıyorlar. Ama büyüdükçe, konuşmaya başladıkça mükemmel bir duygu yaşamaya başlıyorsunuz. Torunlarımız alt katımızda oturuyorlar. Sabahları ilk iş “Dede! Dede!” diye yatağıma geliyorlar, bayılıyorum. Nevra da çok kıskanıyor, “Ben onlarla bu kadar ilgilenmeme rağmen, nasıl olur da seni bu kadar çok seviyorlar,” diye.

Sanat ve aşkla iç içe bir evlilik sizinki. Bu mudur uzun süreli, mutlu bir evliliğin sırrı?

M.S: Sanat bu işin sırrı değil tabii… Bir evliliği uzun ve mutlu kılan çok önemli faktörler var. En önemlisi aynı ekolden olmak, hayata aynı pencereden bakmak ve aynı şeylerden zevk almak. Bunlar zamanla olan şeyler değil, ilk baştan böyle başlamalı. Tencere kapağını öyle bulmalı. Biz Nevra ile aynı şeyleri yapıyor ya da yapmamayı tercih ediyoruz. Aynı şeyleri düşünüyoruz. Bu şekilde hayattan daha çok zevk alıyoruz, daha mutlu, daha huzurlu oluyoruz. Evliliğin uzun sürmesinde çok önemli etkenlerden bir tanesi de karşındakini değiştirmeye kalkmamaktır. Onu nasıl tanıdın, nasıl sevdinse, öyle sevmeye devam etmen gerekir, aksi takdirde çatışma çıkar. Kim kimi değiştirebilir ki zaten? Yedi yaşından sonra kimse değişmez!

N.S: Bence günümüzde evliliklerin sürmemesinin en büyük sebebi, karşındakini değiştirmeye çalışmak ve ondan olamayacak şeyler talep etmek.

İnsanların hepsi birbirinden farklı. Herkesin kendine özgü bir karakteri var. Torunlarım bile birbirinden farklı. Düşünün aynı karından çıkmışlar, aynı anne, aynı baba, aynı ortam ve birbirlerine nasıl zıtlar! Yemek yiyişleri bile farklı. Birer saniye farkla doğdular üstelik burçları ve yükselenleri bile bir!

M.S: Buradan da, burçlara ne kadar inanmamız gerektiğini anlıyoruz!

Bunca yıl evli kalan çiftler, birbirlerine benzemeye başlarlarmış…

M.S: O karı-koca arasında değildir köpekle sahibi arasındadır! Mesela benim köpeğim Mişa, 15 yaşında ve karakteri bana çok uygun. Ben insanlara nasıl davranıyorsam, o da aynı şekilde davranır.

N.S: Bizde benzeme hiç olmadı. Evlendiğimizden bu yana ne Metin bir gıdım değişti, ne de ben. Ben her zaman tuttuğunu koparan bir tip oldum, Metin ise tutucu, geleneklerine bağlı bir insandı hep, öyle de kaldı. Gerçi sakinliğini, alttan alıcı huyunu örnek almayı ve bu konuda ona benzemeyi hep istemişimdir, ama olmadı. Ben maalesef inanılmaz fevri bir yapıdayım.

M.S: Ben de öyle olmayı hiç istemem!

N.S: Sırf bu huyum yüzünden, aceleden, telaştan, koşuşturmaktan birkaç ay önce ayağımı kırdım ve bir buçuk ay boyunca şu kanepeye çakıldım. Bu noktadan sonra değişmem mümkün olur mu? Asla! Ne benim telaşım ona geçti, ne onun sükûneti bana. Ben yemeğimi çok hızlı yer, hemen bitiririm; Metin ise saatlerce meze keyfi yapabilir, çok özenirim. Masada sürekli kavga konumuz budur. Bazen bu kadar “cool”luk da sorun yaratıyor tabii… Ben bu kadar telaşlı olunca ilk hazırlanan ben olurum ve sürekli Metin’i beklemek zorunda kalırım. Eskiden Metin hangi kravatı takacağına karar verene kadar her yere geç kalırdık, şimdi sanki biraz toparlandı, biraz hızlandı gibi. Ben de hayatta geç kalmam, inanılmaz dakiğimdir.

Tek kavganız bu olsun…

N.S: Çocuklar konusunda da kavga ederiz aslında, kavga değil de tartışma. Ama ne kadar kavga edersek edelim, özellikle de birlikte oyun oynadığımız yıllarda, kulise girdiğimizde her şey sütliman olurdu. O anda karı-koca olmaktan çıkar, oyuncu kimliğimize bürünürdük. Yıllardır bir kavga konumuz da Mişa’dır. Bazen köpeğini benden fazla sevdiği düşüncesine kapılırım.

 

M.S: “Silvia” oyununu gerçek hayata taşıdık anlayacağınız. Silvia adlı oyunda, parkta bir köpek bulup evine getiren bir adamı oynuyordum – köpeği de bir genç kız oynuyordu. Köpekle aramızda büyük bir sevgi doğuyordu ve karım da bunu kıskanıyordu. Ve Nevra 15 yıldır benim köpeğimi benden kıskanır.

N.S: Haksız mıyım Allah aşkına, ayağım kırıldı, kanepeden kıpırdamadım haftalarca. Metin gelip de “Karıcım canın ne çekiyor, gidip alayım,” demedi. Ama her seferinde çarşıya çıkmadan önce, “Mişa’nın eti bitti mi? Tavuğu kalmış mı? Bir eksiği var mı?” diye kontrol eder. Trafikte kalsam, “Nevra’cım sıkma canını, sen rahat gel de hiç önemli değil,” demez… “Aaa, Mişa’nın yemeği gecikecek!” der. Söyle şimdi, sen olsan kıskanmaz mıydın?

Birlikte rol aldığınız oyunlar arasında unutamadığınız hangisi?

N.S: Çılgın Sonbahar.

M.S: Aşşşk’ı da unutmam, Çılgın Sonbahar’ı da unutmam, Paramparça’yı da unutmam, Silvia’yı da unutmam. Birlikte oynadığımız 22 oyunun hiçbirini unutmam.

N.S: Çılgın Sonbahar’da bir karı-kocayı canlandırıyorduk. Hem bizden parçalar taşıyan, hem de bizimkinden oldukça farklı bir ilişkiydi. Koca, karısını aldatıyordu, karısı ondan öcünü alıyordu. Oyun sırasında, bize sürekli, “Sizin başınıza aynısı geldi mi? Gelseydi ne yapardınız?” gibi sorular soruldu.

M.S: O oyunu izleyen çok sayıda hanım, sanki söz birliği etmişler gibi, yanımıza gelip, “Bu oyunu daha önce izlemiş olsaydık, evliliğimizi kurtarabilirdik,” demişlerdi. Konu klasikti aslında: Genç kıza kaçan andropozdaki erkek ve evde çocuğuyla kalan kadın! Ama gerçekten mükemmel mesajlar veren bir oyundu.

N.S: Hiç unutmam bir kadın izleyicimiz vardı. Abartmayayım ama haftanın 5 günü oynuyorsak, 2 gününde bizi izlemeye gelirdi. Sürekli en ön sırada aynı koltukta otururdu. Düşün ki, gişeci arada bir davetiye verelim mi, diye sormaya başlamıştı. Ben oyunun bir sahnesinde yere çömelirdim ve teybi açardım. Teypte onların sevgilisiyle konuşmalarını dinler ve ağlardım. O kadın da her gelişinde, aynı yerde benimle birlikte gözyaşlarına boğulurdu. Bir gün bizi merdivende yakaladı ve başından birebir aynı olayın geçtiğini anlattı.

Yıllardır çok zor olan bir işi başardınız, insanları hep güldürmeye çalıştınız. Peki sizi en çok güldüren kimdir – ya da nedir?

M.S: Beni en çok Nevra güldürür. Ama galiba güldürmesi giderek azalıyor… Eskiden inanılmaz taklitler yapardı. Zaten okul zamanından beri taklitleriyle çok ünlüymüş. Nevra’nın bir özelliği vardır: az tanıdığı insanların yanında mesafelidir, hatta neredeyse soğuk diyebilirsiniz. Yakından tanıdıklarının yanında ise dört kol çengi… Öyle ortamlarda yaptığı taklitlerine, esprilerine gerçekten çok gülerim.

N.S: Ben zeki insana gülerim, Cem Yılmaz gibi. Akıllıca yapılan esprilere gülerim, ama belden aşağı esprilere, sululuğa hiç sıcak bakmam. Son dönemde izlediğimiz bazı komedi dizilerine “komedi” denmesi bile ayıp bence. Kötü ve yanlış komedi oyunculuğuna değil gülmek, neredeyse ağlıyorum. Maalesef komedinin okulu yok. Bu tamamen içten gelen bir şey ve kabiliyet meselesi. Öncelikle iyi bir matematikçi ve iyi bir gözlemci olman lazım. Ben bunu, uzun yıllar Metin Akpınar ve Zeki Alasya ile birlikte çalışmaya borçluyum. Onlardan bu işin matematiğini, espriyi hissetmeyi, değerlendirmeyi ve tam olarak nerede patlatmam gerektiğini öğrendim. Komiklik yapmak sanıldığı kadar kolay değil, ama söylemeden geçemeyeceğim, maalesef bizde her zaman için komedi oyuncularına daha az değer verilmiştir. Dram oyuncusuna oldum olası daha fazla paye verilir. Ödül töreninde bile önce dram oyuncusunun ödülü, sonra komedyenin ödülü verilir. Oysa çok değerli komedi oyuncularımız var: Kemal Sunal gibi, Perran Kutman gibi, Demet Akbağ gibi, Müjdat Gezen gibi, Altan Erbulak gibi… Ve inanıyorum ki, iyi bir komedyenin oynamayacağı bir rol de yoktur.

M.S: Dediği doğru, komedi maalesef her zaman ikinci plana atılır, ama şunu da unutmamak gerekir ki, herhangi bir ülkede bir sene içinde eğer bir milyon kişi tiyatroya gidiyorsa, bunun 800.000’i komediyi tercih ediyordur.

Bana demişlerdi ki, “gümüş altın yapılamaz, ama altın parlatılır!” İnsan oyuncu doğar mı, yoksa bu işi öğrenmenin yolları var mı?

N.S: Oyunculuk aslında çabuk öğrenilir. Şu anda televizyon dünyasını örnek alacak olursanız, iyi bir rejisör ve iyi bir ekiple, fiziği düzgün, sesi güzel olan herkes bir dizide başrol oyunculuğunu kapabilir.

 

Yönetmen size öyle doğru bakışı verir, öyle doğru ışığı yakalar ki, ekranda parlarsınız. Size cümle cümle yapacaklarınızı dikte ettirir, mimiklerinize kadar ezberletir ve ekranda asla sırıtmazsınız. Öte yandan bu kadar kolay tiyatrocu olunmaz. Tiyatroda oynamak için hem bir konservatuar geçmişin olmalı, hem de doğuştan yeteneğin. Ben konservatuara gitmedim, ama Haldun Dormen’in tiyatro okulunda Yıldız, Müşfik Kenter, Ayla Algan, Melih Cevdet Anday, Seyit Mısırlı gibi çok değerli hocalarla bir sene okudum. Bir senenin sonunda profesyonel teklif gelmese, eğitimimi sürdürmeye kararlıydım. Sonradan da, Dormen Tiyatrosunda oynadığım her oyunun her günü, her provası başlı başına bir konservatuar eğitimiydi. Çok okumak lazım, sürekli güncel kalmalısın ve çok büyük bir gözlem yeteneğin olmalı. Ancak tüm bunlar seni gerçek tiyatrocu yapar.

M.S: Bir dizi oyuncusu, dizinin başladığı gün, hayatında ilk kez oyunculuk yapmış dahi olsa, bir anda yıldız olabilir. Fakat tiyatroda bir oyuncuya, “artık oyuncu sayılabilirsin” denilebilmesi için en az 10 yıl geçmesi gerekir. Konservatuarı birincilikle bitirebilirsiniz ya da güç bela 15. olarak mezun olabilirsiniz. O birinci çalışmadığı takdirde iki sene sonra kaybolur, 15. bitiren kendini geliştirir ve çalışmasıyla günümüzün en büyük aktörlerinden biri olur. Sahne üstünde 10 yıl usta-çırak ilişkisiyle kendini geliştiren, basamakları yavaş yavaş, hazmede hazmede çıkan bir oyuncu, kariyerini sağlam temeller üzerine oturtur ve sahnede 50., 60. yılını kutlar.

N.S: Oğlum Murat’a çok tiyatro teklifi geliyor, ama hiçbirini kabul etmiyor. “Ekranda her türlü rolü oynarım, ama tiyatronun ne kadar emek gerektirdiğini anne-babamdan çok iyi biliyorum,” diyor. Kendini tiyatroya hazır görmüyor ve bunu da açık açık, gücenmeden söylüyor. Bunun bilincine varabilmiş olması çok güzel bir şey. Bugün kime böyle bir şey teklif etseniz, hiç düşünmeden havada kabul eder. Ama o cesaret edemediğini dürüstçe söylüyor. Nasıl ki herkes “stand-up” yapamaz, her dizi ya da sinema oyuncusu da tiyatroda başarılı olamaz.

Beni çok rahatsız eden bir şey var. Yıllarca tiyatro sanatçısı olarak çalış didin, kimse seni tanımasın, sonra bir TV dizisinde rol al ve bir anda parla! Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?

M.S: Bu aslında son derece doğal, şaşırmamak gerekir. Tiyatro, sinema, dizi olarak sınıflandıracak olursak: tiyatro salonlarının azlığı malum, sinema salonları artık hemen hemen her şehirde, her ilçede var, diziler ise TV sayesinde her eve girdiler. O yüzden tiyatro sanatçılarının bilinmemesi, ama dizi sanatçılarının aileden biri gibi tanınıyor olması çok normal. Bu insanların, Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza”sından ziyade güncel bir romanı okumasına benzer. Kimi zaman da, insanların dizi izlemek için evden çıkmadıklarını, bu yüzden tiyatroya gitmediklerini duyuyoruz. Üstelik bütün dünyada da böyle olduğunu savunuyorlar. Oysa Türkiye’de 20 dizi varsa, Amerika’da 150 dizi var ve buna karşılık tiyatro salonları (Broadway, off-Broadway) her akşam hıncahınç dolu.

N.S: Bizim 2 sene önce Cihan Ünal ile birlikte oynadığımız, “Altı Haftada Dans Dersi” adlı oyunumuz sırasında da bir sürü diziler vardı. Yine de 400 kişilik salonu kaç sezon, her akşam hınca hınç doldurabilmiştik. Anadolu’ya gittik, orada da aynı şekilde… Hatta Anadolu’da hiç gişe yapamayacağımızı düşünmüştüm. Ne de olsa bir yaşlı kadınla, bir gay adamın, iki kişilik ve sürekli diyaloglara dayalı bir oyunuydu. İnsanların ilgisi çok yoğun oldu, üstelik sadece İzmir, Ankara, Bursa’da değil, bütün küçük şehirlerde.

M.S: Ama unutma ki, alışılmışın dışında bir oyundu. Bir oyunun ilgi çekmesi için farklı olması gerekiyor. Maalesef son dönemde tiyatro oyuncuları da tembelleştiler; konular aynı eksende dönüp durunca, seyirci de doğal olarak hep aynı şeyleri izlemekten sıkılmaya başladı.

Nevra Hanım, hiç uçağa binmiyormuşsunuz? Sebebini öğrenebilir miyiz?

N.S: Zaten turnelerde çok zorlanmamın ve son turnemizde Kıbrıs’a gidemememin nedeni uçak korkum. Cihan da kıyameti kopardı, hatta bir ara gemiyle gitmemizi bile önerdi, ama çok sürünecektik. Değil uçağa binmek, daha bana uçakla seyahat planlarını anlatırken bile fena oluyorum. Katiyen bu konuyu konuşmak dahi istemiyorum. Nasıl başladı, inan bilmiyorum; hayatımda ne bir türbülans yaşadım, ne de uçakla ilgili kötü bir hatıram var. Beni uçağa bindireceğinize öldürün daha iyi. Yoksa ben de istemez miydim, en güzel otellerde kalmayı, krallar gibi ağırlanıp en rahat şartlarda seyahat etmeyi, alışverişimi yapmayı, davetlere katılmayı, ama elimde değil… En son İstanbul depreminin olduğu sene uçağa bindim, bir daha da binmedim. O deprem hayata bakışımı çok değiştirmişti; ama sonra etkisi geçince uçak korkum yine baş gösterdi. Küçük oğlum bu yaz Los Angeles, Las Vegas seyahatine gitti, dönünce bana, “Anne ne kadar üzülüyorum bilemezsin, bu güzellikleri yaşayamadığına,” dedi. İnan ki, umurumda bile değil! Öyle bir fobi benimki…

Nevra Hanım sizi uzun süredir ekranlarda göremiyoruz, yeni bir proje var mı görünürde?

N.S: Maalesef, çok proje geliyor ama hiçbiri gerçekleşmiyor. Tam oldu olacak diyoruz, bir pürüz beliriyor. Geçen yaz Nedim Saban ile aylarca mesajlaştık. Çok da ümitlendik, ama olmadı. Son dönemde de çok güzel bir proje vardı, kesin gözüyle baktığım, bayramdan sonra olacak diyordum. O da olmayacak gibi. Sanırım sponsorlarla sorunlar yaşanmış, o yüzden. Yönetmen aradı, “Sanırım vazgeçeceğim,” dedi. Umarım vazgeçmez.

 

Eskiden ne kadar güzel müzikaller, kabareler vardı, “Hisseli Harikalar Kumpanyası” gibi, “Şen Sazın Bülbülleri” gibi… Şimdi ne oldu onlara?

M.S: Hem de ne kadar güzeldiler… Böyle müzikallerin yok olmasının en önemli nedeni para. Düşünün ki, böyle bir müzikali sahneye koymanın maliyeti, normal bir tiyatro eserinin en az dört katı. Dekoru, müziği, koreografisi, dansçıları, besteleri ve oyuncularıyla müthiş bir masraf.

N.S: Bu işe sevdalı birinin büyük bir para yatırması lazım. Bizim zamanımızda Egemen Bostancı vardı. Bu işe gönül vermiş biriydi ve çok da başarılıydı, ama o bile en sonunda bu işten zarar etti. Üstelik de tüm müzikalleri kapalı gişe oynadığı halde. Öyle masraflıdır müzikaller.

Metin Bey, son projeniz İsim – Şehir – Hayvan’dan biraz söz edebilir miyiz?

M.S: En başından başlayayım, dilerseniz. Tiyatro İstanbul’un müdürü Emin, Yılmaz Özdil’in İsim – Şehir – Hayvan adlı kitabını okumuş ve bundan tiyatro olur mu, diye düşünmeye başlamış.

Gitmiş, Yılmaz Özdil’e sormuş. O da, “Yaparsanız memnun olurum,” demiş. Bunun üzerine Emin iki tane genç yazar buldu ve makaleleri senaryolaştırdı. Yazarlar çok akıllıca davranıp senaryoyu biraz uzun (yaklaşık 5 saatlik) tuttular, böylece elimizde bol malzeme vardı ve kesip biçme payımız oldu. Yılmaz Özdil’den onay gelince, bana yönetir misin diye sordular, seve seve kabul ettim. Üstelik de o dönem bir rahatsızlık yaşıyordum, çalışmaya hiç niyetim yoktu ve de yaz tatiline hazırlanıyordum… Gencay Gürün, projeye yoğunlaşmanın iyileşmeme yardımcı olacağını söyledi. Gerçekten de öyle oldu. Sonuçta çok keyifli bir iş çıktı ortaya. Tabii takdiri seyircilerin.

Merakla bekliyoruz.

M.S: İlginç bir not iletmek istiyorum: oyunda rol alan hiçbir ünlü oyuncu yok, ama hepsi de çok başarılı. Oyun şu anda Ankara’da sahneleniyor ve 26 Ekim’den itibaren de Profilo’da oynayacak. Bayram tatilinde oynamaya başlayacağız. Bir dönem İstanbul’dakilerin neredeyse tamamı tatile gittiği için bayramda tiyatrolar kapalı olurdu, sonra Hıncal Uluç bu durumu çok eleştirdi ve “Nasıl kapatırsınız, İstanbul’a tatile gelen yok mu sanki?” deyince, biz de bayramda oyun koymaya karar verdik. Bakalım, nasıl olacak?

7 Ekim günü düzenlenen Yahudi Kültürü Avrupa Günü’nde katıldığınız panelde, “Azınlıkların Türk tiyatrosunun gelişmesinde büyük katkıları oldu,” demiştiniz. Bu konuyu okurlarımızla da paylaşmak ister misiniz?

M.S: Tiyatro Türkiye’de bir üst yapı kuruluşudur. Hiçbir zaman alt yapı kuruluşu olamadı çünkü Türkiye’de tiyatro kültürü yok. Bir tek İstanbul’da gelişmiş bir sanat dalı. Ankara’da da, konservatuarın kurucularından Carl Ebert sayesinde, Cüneyt Gökçer gibi talebeler sayesinde bir tiyatro kültürü oluşmuş. O da, Mustafa Kemal Ankara’da konservatuar kurulmasını istediği için… İstanbul’da azınlıklar olmasaydı tiyatro da olmazdı. Azınlıklar istediği için Şehremini Fransa’dan André Antoine’ı getirtmiş de Darülbedayi – yani bugünkü İstanbul Konservatuarı – kurulmuş. Bu onların başarısıdır. Ardından neyse ki Muhsin Ertuğrul gibi bir deha geldi de Türk tiyatrosu gelişme imkânı buldu. Günümüzde Anadolu’da herhangi bir tiyatro kültürünün eksikliğinin sebebi, o bölgelerde bu işe ön ayak olacak bir azınlık cemaatinin olmamasıdır.