Şairler hâlâ vatan haini

Literature Across Frontiers derneğinin Wordexpress Projesi kapsamında 1-8 Eylül 2012’de İsrail’de düzenlenen şiir ve çeviri atölyesine davetli üç şairiz: Efe Duyan, Gökçenur Ç. ve ben. Konuğu olduğumuz Helicon derneğinin yöneticisi Tziona Shamay, bizlerle görüşmek isteyen gazeteciler ve dört genç İsrailli şairle–Tahel Frosh, Yonatan Berg, Mei-tal Nadler, Anat Zecharia- buluşup şiirler üzerinde çalışmaya başlıyoruz. O anda başlıyor kardeşliğimiz

Dünya
7 Kasım 2012 Çarşamba

Literature Across Frontiers derneğinin wordexpress projesi kapsamında 1-8 Eylül 2012’de İsrail’de düzenlenen şiir ve çeviri atölyesine davetli üç şairiz: Efe Duyan, Gökçenur Ç. ve ben. Tel Aviv sahilindeki otelimizin giriş kapısının, oda kapılarının ve oda içlerindeki kapıların sağ pervazlarındaki tahta (bazen de metal) kutucuklar dikkatimi çekiyor önce. İçlerine yerleştirilmiş parşömende Tevrat’tan bölümler yazılı olduğunu öğrendiğim ‘mezuza’lara dokunup parmaklarını öpüyorlar inançlı kişiler, içeri her giriş çıkışlarında. Onlarca insanın küçük tahta raketlerle oynadığı tenis benzeri bir oyunun kulağımıza Afrika müziği gibi gelen sesleri ve çevreden yükselen Arapça-İbranice şarkılar eşliğinde kendimizi Akdeniz’in sıcak, tuzlu dalgalarına bırakıyoruz. Büyük otellere, iş merkezlerine rağmen bir sayfiye kasabasının ferah havası egemen şehre. Küçük mağazalarda yıllar öncesinin kokuları, berber dükkânlarında taşra esintileri...

Konuğu olduğumuz Helicon derneğinin yöneticisi Tziona Shamay, bizlerle görüşmek isteyen gazeteciler ve dört genç İsrailli şairle–Tahel Frosh, Yonatan Berg, Mei-tal Nadler, Anat Zecharia- buluşup şiirler üzerinde çalışmaya başlıyoruz. “İnternetten araştırdım, şiir kraliyetine mensupsunuz, ailenizde tanınmış şairler var” diyen gazeteciye, Yonatan Berg, “Onunki, ruhların krallığı. Yalnız, kimsesiz, sahipsiz ruhların” diyerek itiraz ediyor. O anda başlıyor kardeşliğimiz, Tevrat öğretisiyle büyütülüp bir noktada kabuğunu kırarak şairliği kuşanmış bu eski askerle. Daha sonra, şiirde toplumcu duyarlılıkla Kur’an alıntıları yapmam üzerinde durarak, İsrail’de bunun benzerinin yapılmadığını, yapılmasının pek de düşünülemeyeceğini belirtiyor. ‘Kutsal’ kitaplar, sağın tekelinde!

Gece, ‘gerilla şairler’ olarak tanımlanan grubun üyesi Tahel Frosh ile birlikte şehrin Yafa bölgesindeki Arap mahallesine gidiyorum. “Sokak gösterilerinde megafonlarla şiir okuyoruz.” derken, beşyüzbin kişinin bir ay boyunca çadırlarda kalarak hükümeti istifaya çağırdıkları 2011 yazını anıyor. Babası kansermiş, gırtlak kanseri. “Seni gördüğüm andan itibaren sanki aynı aileden olduğumuzu hissediyorum. Hepimizi kanser eden kapitalizme karşı savaşan şairleriz.” diyor. “Kadıköylü müsün?” sorusuyla beni şaşırtan bir felsefeci, “İstanbul’u bilirim. Kadıköy’ün insanı farklıdır.” dedikten sonra Sivas Katliamından, Madımak’tan, Alevilerden söz açıyor. Neredeyse hepsi ilk gençliklerinde birkaç sene dünyayı dolaşmış bu insanlar, Tel Aviv’de küçücük bir evde kirada yaşayan bir kişinin 1.500 euro aylık ile geçinmesinin olanaksızlığından dem vuruyor, aşırı dincilerin askere gitmeyip vergi vermemelerini utanç verici buluyor, hükümetlerinin militarist politikalarını eleştiriyorlar.

Nâzım’ın şiirlerinden bir seçki, ‘Mavi Gözlü Dev’ ismiyle yayımlanmış; Orhan Veli şiirleri yakın zamanda çevrilip çok ses getirmiş. Orhan Pamuk hakkında da sorular soruluyor. ‘Kara Kitap’ı okumuş şairlerden biri, “Kitabın neredeyse yarısını defterime geçirdim, çok etkileyiciydi. Şeyh Galip de bilmek gerekiyor anlamak için” dedikten sonra ekliyor: “Ama sanki ülkenizin tarihini, kültürünü turistik bir metaymış gibi sattığını hissediyorsun, öyle değil mi? Bizde de Amos Oz öyledir. Çok daha değerli şair-yazarlarımız var ancak pazarda geçerli ilişkileri kuramazlar.”

Ertesi sabah, dört gün boyunca şiir çevirisi yapacağımız Ein Hashofet kibbutzundayız. Yahudilikte yer alan ‘Tanrı Devleti’ düşüncesine dayandırılabilir kibbutzların kökleri. Göksel bir devlet değildir bu; yeryüzünde, insan emeğiyle kurulması gerekir. Burada bütün haksızlıklar ortadan kaldırılacak, adaletsizlikler giderilecektir. Konuk olduğumuz kibbutz, 1937’de Abd ve Polonya’dan gelen kurucularının sosyalist ilkelerine bağlılığını sürdüren, bu özelliğiyle de artık istisnai sayılabilecek bir örnek. Sekiz yüze yakın kişinin, dört kuşağın bir arada yaşadığı, tarım-hayvancılık-sanayi yatırımlarıyla zenginleşmiş, çölde vaha görünümünde bir yer. Arazinin, fabrikaların, evlerin, altmış-yetmiş civarındaki arabanın, üretilen sanat eserleri dahil her şeyin mülkiyeti kibbutza ait. Elli senedir burada yaşayan Amerikalı heykel sanatçısı, “Her şey göreceli” diyor, “Tel Aviv’deki kızımın paraya ihtiyacı var. Evim olsaydı satıp ona yardım ederdim. Ama burada da elli senedir yaşıyor, üretiyor, yaratıyorum.” Uzun süre direndikten sonra, fabrikaya dışarıdan işçi almaya başlamışlar. Bu, sosyalist ilkeleri zedeleyecek bir uygulama olduğundan, hâlâ tartışma konusu. Elli senesini kibbutza vermiş yaşlı üye küçük bir evde kalırken, üç çocuklu genç anne-babalar, büyük evlerde kalıyorlar. “Üç çocuklu ailenin büyük eve ihtiyacı vardır, yalnız yaşayan birisi küçük bir evle yetinebilir.” Spor salonları, yüzme havuzları, tenis kortları, müzik stüdyolarını görüyoruz, ağaçlar arasında özgürce koşup oynayan çocukları. Katılmak isteyenlere, olanaklar ölçüsünde açıklar. Ayrılmak isteyen de ayrılabiliyor.

Burada da Türkçe-İbranice en şiirli sözcükleri arıyor, beraber dinlenen müzikler eşliğinde sevinç veren bir deneyimi paylaşıyoruz. Chava Alberstein’ın sesine Zeki Müren, Ruhi Su, Bulutsuzluk Özlemi karışıyor. Eski radyolar, renkli perdeler, ahşap koltuklar, bu topraklara elli küsur sene önce gelip kibbutzları incelemiş olan köy enstitülü emekli edebiyat öğretmeni dedem Hasan Ceyhan’ı hatırlatıyor bana. Çevirdiğimiz şiirleri önce orada, ardından Tel Aviv’de okuduğumuzda içten bir sevgiyle karşılanıyoruz. Cambridge bursunu reddedip ülkesinde kalarak düşünü gerçekleştirmenin peşine düşen şair Amir Or tarafından 1990’da kurulmuş Helicon, yayımladığı şiir kitapları-dergileri, düzenlediği uluslararası şiir buluşmaları ve en önemlisi, şiir okuluyla, ülkenin çok değerli birkaç şairini yetiştirmiş, daha çoğunu da yetiştirme kararlılığında. “Ben ne yazsam şiir olur” kibiri yerine, şiiri son derece ciddiye alan disiplinli-programlı bir çalışmanın kültür alanındaki meyvelerini topluyorlar. Çıplak sesiyle söylediği şarkılarla hepimizi büyüleyen Talya Solan, “Seni kalbimde hissettim” diyerek boynuma sarıldığında, Gökçenur ile Efe ayrı ayrı hayranlık çemberine alındıklarında, Türkçe’nin tüm şairlerinin tertemiz ellerini üçümüzün omuzlarında duyuyorum.

Her yerde gördüğüm kadın-erkek otomatik silahlı askerleri İsrailli dostlarımız artık fark etmiyorlar bile, kanıksamışlar. Sokaklarında coşkuyla kutlanan ‘bar-mitsva’ törenleri izlediğimiz Kudüs’te, farklı dinlerce kutsal sayılan, birbirine birkaç adım mesafedeki yapıları dolaşırken tam olarak hissedemediğimiz ‘kardeşlik’ duygusunu, şairlerin kalpten yaşadığını duyuyor, hissediyoruz. Soykırım Müzesi’nde belgeleriyle yer alan acılı tarihlerine ağlamadan tanıklık edilemeyecek, dünyanın dört bir yanında kendilerine yönelen korkunç zulümden kaçıp gelmiş bir halk, onurlu çocuklar, şairler büyütüyor bağrında. Yahudi yerleşim bölgesinde yıllarca yaşamış Yonatan, “Yüz metre ötemizdeki yoksul Arap çocuklar, asla giremeyecekleri mahallemizin güzel çatılı evlerine bakıp rengârenk uçurtmalar uçururlardı. Uçurtmaları hep bizimkilerden daha güzel olduğundan, sırlarını çözmek için iplerini kesip bizim tarafa düşürmeye çalışırdık. Bazısı intihar bombacısı oldu sonra!” diyor. Anat, onlardan birinin şiirini yazıp, ‘altı numaralı kız’ olarak anılan ‘terorist’in bir adı olduğunu hatırlatıyor. Piyano çalmayı bilmediğim halde yanına oturup sağ elle çalmamı isteyen ve sol eliyle bana eşlik ederken sahiden de birlikte müzik yaratabileceğimizi kanıtlayan Mei-tal, üst düzey bir generalin şair kızı, “Büsbütün şüphedeyiz tarihten” diyor. Tahel, “Bir deri bir kemik insanlar mıdır sizin başarı dediğiniz?” sorusunu çarpıyor muktedirlerin suratına.

Şairler, dünyanın tüm dillerinde vatan hainliğine devam ediyorlar hâlâ!

 

Babam

 

Düşünmezdim bir daha döneceğimi

işte şuracıkta uzanan duvarlara, asma gölgelerine

 

Bir adam, galiba babam

kederle bakıyor camdan

 

O Yahudi dağlarının

Hiçbir hayrı yok ona

 

İçimde, yorgun düşen bir at,

Dışarda, çöken karanlık

 

Kararır hava,

Gecedir aramızdaki, terini siler babam

 

Öksüz yetim sakalları kördüğüm

düş kurmaktan, ailesini hatırlamaktan

 

ötürü pütürlüdür elleri. Bilemem

onu yatağa nasıl yatıracağımı.

 

Bir geyik sıçrar tepede

Çıplak ayaklı bir çocukluk tozlu bir davul çalar

Bir adamın omuzları çöker usulca

Bakmaya dayanamam

 

Güneş alıp götürür onu

ardında gölgeler bırakarak

 

Çocukluğumun Ramallah’ındaki komşumun bakışı

 

Uyanmak ve gördüğün teneke konteynırları

evden saymak. Geleceği çamura çeviren düşünceler gibi,

yerleştiği toprağı bulandıran su.

Dağlardan dönen köpekler, ağızlarında pıhtılaşmış

kanıyla geyiğin.

 

Yaşadığımız tam da bu. Mutfak masasının

paramparça olduğunu görmek, musluğun suya

küskünlüğünü, yeni ölüm ilanlarını duvarda,

bir adamın misafir odasına girer gibi köpürmesini sinirinden,

başını duvarlara vurmasını vals yaparcasına.

 

Komşu tepedeki üçgen çatıların,

surata yerleştirilen sıkı bir yumruk gibi

 

kiremitleri. Kara kitabı hatmeden çocuklar.

 

İlk gençlikle aile babalığı arasında

terk edilmiş bir yer var

geri dönüşü olmayan adımların atıldığı.

 

İnsanlığın ilk dersidir bu,

ikincisi küle dönüştüğümüz an:

 

O son bakıştaki şaşkınlık,

Aynı gıcırtıyla açılan kapı, aynı yumuşaklık

Şiirler: Yonatan Berg

Onur BEHRAMOĞLU

Kaynak: Sol Gazetesi