KİTAPLARIN ARDINDAN: ‘Gerçeğini’ anlatmak

Sanat
17 Ekim 2012 Çarşamba

Kişinin kendi hikâyesini anlattığı eserlerin bizleri daha çok etkilediğini düşünmüşümdür hep. Aklıma hemen Sait Faik Abasıyanık gelir. Sait Faik kendi adasını, denizini, martılarını, insanlarını anlatmasa Sait Faik Abasıyanık olabilir miydi? Bizler onu bu kadar sezinleyebilir, sevebilir miydik? Türk romanının büyük kalemi Yaşar Kemal de geçtiğimiz günlerde yalnızca Çukurova’yı yazmakla itham edenlere cevap olarak ‘kendi Çukurovası’nı anlatamayan bir yazarın başarılı olamayacağı görüşünü dillendirdi.

Kişinin kendi gerçeğini anlattığı hikâyeler hepimizi etkiler. Hepimiz bu hikâyelerdeki samimiyeti hissederiz. Bir de bu hikâyelerin bir ‘yarası’, meselesi var ise anlatılan hikâye içimize daha bir işler sanki. Kostas Ferris’in Rebetiko filminde, kemancı, şarkı söylemekte başarısız olacağını düşünen kadın arkadaşına, sesin iyi mi kötü mü boş ver. Bir acın yok mu, onu anımsa der. Böylece dönemin en büyük yorumcusunun ortaya çıkmasına katkıda bulunur...

Yakın zamanlarda okuduğum Michel Kichka’nın İkinci Kuşak - Babama Söylemediklerim başlıklı kitabı, çizgi romanı, böyle bir eser. Yazar bu romanda babası ve kendisi ile hesaplaşıyor. Babasına söyleyemediklerini biz okuyuculara söyleyerek ve çizerek anlatıyor. Üstelik hem anlatımı güzel, hem de çizgisi. Anlatımı güzel diyorum çünkü bu eseri Türkçe yazılmış gibi okuyorum. Çeviri kokmayan, ustalıkla yapılmış, konuyu bilmeyenlere yardımcı olacak bilgilerle beslenmiş iyi bir çevirisi var.

 İkinci Kuşak - Babama Söylemediklerim‘de bir ailenin dramına tanık oluyoruz. Hitler’in hayatlarını mahvettiği milyonlarca ailenin yalnız birinci değil, ikinci kuşakta da ne kadar acı çekmiş olduğunu görüyoruz. Dahası hem birinci kuşağın hem ikinci kuşağın kendilerini derinden sarsan geçmişin bu karanlık ve ürkütücü kolları ile nasıl savaştığını ve hayata nasıl tutunduğunu ya da tutunamadığını anlıyoruz.

***

Basına yansıyan yazılar nedeniyle elimde tuttuğum kitabın konusunu biliyordum. Hitler’in hayatlarında bir milat oluşturan Kichkaların yaşadıkları. Eserin adı bile bu korkunç durumu anlatır: İkinci Kuşak. Neye göre?

Çevirmenin önsözünü dikkatle okudum. Bakalım okuyucu olarak beni/bizleri nelere hazırlıyor, nasıl bir yolculuk olacak bu dedim.

Sonra kitabı okumaya başladım.

Okumaya başladım diyorum çünkü önsözde kendisi de bir çizer olan çevirmenin resimlerde “beyaz renk hâkim” türünden uyarılarına rağmen kendimi kutucuklardaki yazıları hızla okumaktan alıkoyamadım. Gözlerim resimleri şöyle bir gördü.

Hikâye beni sarıp sarmaladı.

İnanılmaz bir yolculuk yaşadım, Kichka bana hayatını fısıldadı.

Bunu yaparken büyük bir samimiyete sahipti, beni yormadı, bıktırmadı.

Aksine, okumak, elimde tuttuğum kitabı bir an önce bitirmek istedim. İkinci kuşak Kichka’nın yalnızca yaşamak zorunda kaldığı bir hikâyesi yoktu. Bu hikâye üzerine en az bir bilim adamı kadar kafa da yormuştu. Üstelik anlatmasını da biliyordu.

Kardeşinin intiharı onu babasına söyleyemedikleri ile yüzleşmeye, babasını anlamaya, konuşmaya itmişti. Kitabın içeriği babasının ‘gerçeğinin’ anlatısı ile yaşadıklarının, kendi ‘gerçeğinin’ anlatısından oluşuyordu.

Bu anlatıda geçmişin yükü ile yaşamak zorunda kalan bir çocuğun olayları anlamlandırdıkça, hafiflemesi, kendini bulması ve özgürleşmesi vardı.

Babası için kar, ölüm demekti. Karda yapılamayan yürüyüş nedeniyle donarak ya da vurularak ölmek! Yemek ya da su niyetine yenilen karın getirdiği hastalıktan ölmek... Ama Michel Kichka kar ile olan ilişkisini kendi tanımlamak istemişti: tadına baktığı karın kendini hasta etmediğini görmüştü. Kichka’nın kardan adamı, babasınınkinden farklı idi; sevimli. Ürkütücü değil.

Kitapta her tür milliyetçiliğe karşı eleştiri vardı. Küçük Kichka’nın isimsiz asker anıtına bıraktığı çiçeğe rağmen, adı olan dedesinin niçin küçük bir mezar taşı olmadığını sorgulaması dokunaklı idi. Ya da genç Kichka’nın ‘Yahudi’ olmadığı için evlenemediği ve bunu söyleyemediği kız arkadaşından ayrılışı. Auschwitz’deki bayraklı ziyaretçiler konusunda yaptığı yorum. Yazar, milliyetçiliğin Hayali Cemaatler oluşturmadaki başarısının hem bir örneği, hem de bir eleştirmeni idi. Yaşamındaki cemaat kurallarının hayatını nasıl şekillendirdiğinin farkındaydı.

Küçük bir pantolon hikâyesi ile bir sürü şeyi birkaç satıra sığdırarak anlatabiliyordu; sınıfsal davranışlar, karşı cins ile olan ilişki, kuşak çatışması ve bu çatışmaya çözüm. Hepsi bir pantolon hikâyesinde özetleniveriyordu.

Kitap boyunca asıl ilginç olan, kendi gerçeğimizi oluşturmanın ve bunu anlatmanın bize getirdiği ferahlığı hissedebilmekti... Baba Kichka, kendi toplama kampı hakkında konuşmaya başladıkça ferahlar. Raflarındaki resmî ya da bilimsel anlatının yerini kendi hikâyesi aldıkça daha yumuşak, daha hoş bir adam olur. Oğul Kichka ise ancak kardeşinin acısını ve hayatını anlatabilecek olgunluğa eriştiğinde başka bir eşiğe ulaşır.

Bu iki müthiş insan, sonunda, Hitler’i dahi karikatürize edebilecek, onu ve onun gibileri ‘hafife alacak’, hayatla gırgır geçebilecektir. Böylece kendi istemleri dışında onlara yüklenen büyük bir yükü taşıyabilecek gücü bulacaktır.

***

Bu resimli roman sayesinde müthiş bir yolculuğa çıktım. Başka dünyalardaki başka insanların samimiyetle anlattığı gerçek ve büyük bir hikâyeyi ben de yaşadım.

 Hem Kichka’ya, hem de çevirmene kalemleri için teşekkür ederim.

Hikâye içimde biraz durulduktan, yer ettikten sonra resimlere de baktım.

Kitap her şeyi ile beni doyurdu. Üstüne bir müddet bir şey yemek istemem. Belki acı bir yemek ama hoş bir tat bırakıyor.  Aklımdan böyle bir kitap niçin edebiyat ya da barış ve kültür tarihi derslerinde okutulmuyor diye bir soru geçiyor.

 

Doç. Dr. Damla Demirözü  Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi, Çağdaş Yunan Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı