Holokost; ölümün gerçek, hayatın ise mucize olduğu bir dönemdi"

İzak Bilmen Holokost günü dolayısı ile Neve Şalom Sinagogu'nda düzenlenen törende bir konuşma yaptı

- Toplum
25 Nisan 2012 Çarşamba

"Nefret ve kin, özellikle de bağnazlıkla harmanlanmışı, cehaletle taçlandırılmışı insanı öylesine esir alır ki, kişi kişiliğinden çıkar, tanınmaz olur. Hitler Almanya’sında, nice bilim adamı, avukat, savcı, hakim, öğretim görevlisi, kısaca toplumun nice önde geleni, ince ince işlenen bu duyguların esiri olmuşlar, bedenlerini ve akıllarını Nasyonal Sosyalizmin propagandasına teslim etmişler, adeta uyuşturulmuşlardır...

Nefret ve kin, nedeni sorgulanamayan oldukça derin duygulardır. Başarısızlık, ezilmişlik hissi bu duyguların en uç noktada yaşanmasını sağlar. Hitler Almanya’sında nice çocuk ve genç daha sevmeyi öğrenmeden, daha kendi gelecekleri hakkında bir fikir sahibi olmadan, Yahudiler hakkında atıp tutanları alkışlıyor, Führerlerine gıpta ile bakıyorlardı… Onlardan nefret ediyorlardı, neden nefret ettiklerini bilmeden. Yahudilerin ortadan kaldırılmaları gerektiğini meydanlarda haykırıyorlardı, muhtemelen onlarla daha hiç karşılaşmamış olmalarına rağmen.

Bugün burada böylesi bir ortamda yok edilen 6 milyon hayatı anmak için toplanmış bulunuyoruz.

Holokost, Yahudileri, Yahudiliği, Yahudi değerlerini, Yahudi kültürünü, Yahudi olan her şeyi yok etmeye azmetmiş bir insan topluluğunun, siyasi, askeri, beşeri, ekonomik, teknolojik tüm yol ve yöntemleri kullanarak, kutsal saydığı bu hedefe ulaşmada acımasız ve kararlı bir şekilde yol aldığı bir zamanı ifade eder. Tarihin derinliklerinden bu yana, Yahudi adımlarını her an takip eden - kaynağı, dayanağı ne olursa olsun - antisemitizmin bir baş yapıtıdır. Bu anlamda, tekilliği ve öncesizliği tartışılmaz.

(...) 1938 yılının 9 Kasım gecesi... Almanya’da baştan başa bir hareketlenmenin belirtileri var.

Kuzeyden güneye, doğudan batıya birçok kentte saldırılar, Çarlık Rusya’sından kalma pogromların dehşetini tazelemek istercesine, Yahudileri hedef alıyor… Ve yanan sinagoglar, yağmalanan evler, dükkanlar; tutuklanan ya da öldürülen insanlar…Nefretin şiddetini yansıtırcasına, alevlerden ilham alarak parlayan kırık cam parçaları, yerde… Binlercesi, on  binlercesi... Bilanço ağırdır… Tahrip edilen bin kadar sinagog, 7.500 üzerinde dükkan,  tutuklanan 30.000 kişi, ölen 91 masum insan. Bir ömür boyu birikenlerin, yıllar boyunca nesilden nesle devredilenlerin küçücük bir zaman dilimi içinde sıfırlandığı o gecenin tarihsel gelişimini incelerken, saldırıların kalplerde bıraktığı onarılmaz yıkımı anlatmak mümkün olamayacaktır elbette... Kristallnacht, Nazi propaganda bakanı Göbels’in emri, Hitler’in onayı ile Yahudilere karşı başlatılan devlet destekli bir hareketti. Amaç, Yahudi değerlerine, Yahudi ekonomik çıkarlarına, Yahudiliğin kendisine zarar vermek, yakmak, yıkmak, yağmalamak, ve unutulmayacak şekilde gözdağı vermekti.

O gece, Yahudiler yataklarından sökülmüşler, sokaklara çıkarılıp dövülmüşler, ev ve dükkanları gözlerinin önünde yakılıp yıkılmıştı… Malları yağmalanmış, yarınlarının iyi olacağına dair tüm umutları, o birkaç saat içinde kül olup gitmişti. Yahudi kimliğinin tüm sembolleri de sinagoglarla beraber yerle bir olmuştu.

(...) Holokost’un mihenk taşlarından biri hiç şüphesiz Wansee Konferansıdır. 70 yıl önce, 20 Ocak 1942’de, Hitler ordularının batıyı dize getirdiği ve doğuda Rus steplerinde esmeye devam ettiği bir dönemde, Nazi kıyım makinesinin Berlin’in şirin bir banliyösünde yaptığı sıradan bir toplantı olarak tarihe mal olacakken, sonuçları itibarı ile, Son Çözümün hayata geçirildiği bir mutabakat toplantısına dönüşmüştür. O dönemde Rusya’nın ve Ukrayna’nın ele geçen bölgelerinde zaten binlerce Yahudi Einsatzgruppen namluları ucunda ölümü buluyor ve toplu mezarlara istifleniyorlardı… Eş deyişle, tek kanun koyucu olarak Adolf Hitler kararını vermiş, Yahudi olan her şeyin ortadan kaldırılması ve Avrupa’nın Judenfrei / Yahudi’den arındırılması için düğmeye basmıştı.

(...) Peki Şoa sadece Doğu Avrupa’da mı gerçekleşiyordu?

Hayır!!!

Şoa yahudi olan her yerde oldu. Kafkasların bir köyünde de, Paris’in göbeğinde de, Filistin topraklarında da oldu. Wansee konferansıyla aynı yılda, yani 1942’de üzerinde bulunduğumuz topaklarda da Şoa’un  hazin olaylarından biri yaşandı.

Struma gemisi ve onun acıklı öyküsü, üzerinden geçen 70 uzun yılın sonunda unutulmamalı ; bizler tarafından canlı tutulmalıdır.

12 Aralık 1941'de Romanya'nın Köstence limanından yaklaşık 790 yolcu ve 10 mürettebatla kalkan Struma, Filistin’e doğru yola koyuldu.  Geminin motoru İstanbul'a ulaşamadan açık denizde arızalandı. Yolcuların aralarında topladıkları para ve mücevherler karşılığında, yakından geçen bir geminin mürettebatı motorları onardı. Gemi ikinci bir motor arızası sebebiyle 15 Aralık'ta İstanbul Boğazı'nda, Sarayburnu açıklarında demir attı. Almanya'nın İstanbul büyükelçisi gemide salgın hastalık olduğu ihbarında bulundu ve yolcuların karaya çıkarılmaması konusunda baskı yaptı.

1939 yılında yayınladığı White Paper ile Filistin'e Yahudi göçünü her yıl 15.000 kişi ile kısıtlayan İngiltere'nin de baskısıyla dönemin Türk hükümeti, ne geminin yola devam etmesine ne de yolcuların karaya çıkmasına izin verdi. Almanya ile müttefik olan Romanya da gemiyi geri kabul etmedi.

Ne ilginçtir ve acıdır ki Avrupa’da birbirleri ile kıyasıya savaşan taraflar, İngiltere ve Almanya, Struma’nın biçare yolcularının akıbetleri konusunda hem fikir olmuşlardı… Bir torpidonun gövdesini yarması ile Karadeniz’in derin sularına gömülen Struma’nın ölüme mahkum edilmiş talihsiz yolcularını anıyorum.

(...) Yahudilere yardım etmenin acımasızca cezalandırıldığı bir dönemde,  Wallenberg,  Nazi Almanya’sının işgali altında bulunan Macaristan’da İsveç Özel Elçiliği görevini sürdürmekteydi. Görevi süresince Budapeşte’de yaşayan Yahudilere dokunulmazlık sağlayabilen pasaportlar verdi. Onları elçilik binalarında sakladı. Binlerce insanın kamplara gönderilmesine engel oldu.

17 Ocak 1945’te, Budapeşte’nin Kızıl Ordu tarafından işgali esnasında Wallenberg Sovyet otoriteler tarafından, casus olduğu şüphesiyle göz altına alındı ve sonra ortadan kayboldu. İleriki yıllarda, 17 Temmuz 1947’de Moskova’da öldüğü iddia edildi.

Macar Yahudilerine karşı gösterdiği cesur iyiliklerinden dolayı, Wallenberg, öldüğü iddia edilen 1947’den itibaren, aralarında Yad Vashem’in verdiği “Uluslar arası Dürüst” ünvanı dahil bir çok yardımseverlik ödülüne layık görüldü.

(...) Direniş Yahudi tarihinin derinliklerinden bu yana çok fazla karşımıza çıkmaz. Başına gelen tüm felaketleri bilgelikle karşılayan bu halkın, Eretz Yisrael’den sürgüne gönderildiğinden bu yana ilk önemli başkaldırışıdır Varşova Gettosu isyanı.  19 Nisan 1943’te başlayan ve on beş gün kadar süren isyanda, gettonun Almanlardan kurtarılması hedeflenmiyordu… Zaten bu olanaksızdı !  Ancak Mordehai Anilievich etrafında toplanan gençler, kendi kaderlerine sahip çıkmak için, ölüm haklarını özgür birer birey olarak kullanabilmek için, kendilerinden sonraki nesillerin geleceklerine güvenle bakabilmeleri için savaştılar… Ve kazandılar!

Savaş sona erdiğinde ortaya çıkan tablo çok acıydı. 33 milyon kişi hayatını kaybetmiş, 6 milyon kardeşimiz bir nefret uğruna acımasızca katledilmişti. Holokost “ölümün gerçek hayatın ise mucize olduğu” bir dönemdi… Nefretin ve kinin insanların akıllarına egemen olduğu derin bir karanlıktı. Ve, Elie Wiesel’in yazılarının birinde ifade ettiği gibi, “Savaşların, savaş alanlarında değil, insanların kalplerinde başladığını” bir kez daha bizlere göstermişti…"