“Alo Moşe, ben Ahmet. Kardeşim nasılsın? Akşam müsaitseniz çoluk çocuk oturmaya gelecektik…”

Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Kültürlerarası Diyalog Platformu Genel Sekreteri Ahmet Muharrem Atlığ, geçtiğimiz hafta Neve Şalom Kültür Merkezinde katıldığı iftar yemeğinin ardından duygularını ŞALOM için kaleme aldı.

Toplum
8 Ağustos 2012 Çarşamba

Ramazan geldi. Yeniden birlikte yaşamanın, birbirimizi sevmenin, farklılıklarımızı zenginlik olarak kabul etmenin ve diyalogun tek çıkar yol olduğunu hatırlama fırsatı bulduk.

 Müslümanlar arasında ramazan ayı ile ilgili esprili bir tabir vardır. ‘Ramazan Müslümanları’.

Yani on bir ay dininin gerekliliklerini yerine getirmeyen, mesela namaz kılmayan, dua etmeyen, sadaka ve yardımlarda bulunmayan, yoğun günlük yaşamdan ve vakit bulamamaktan şikayet ederek dost ve akrabalarını ziyaret edemeyen Müslümanlar ramazan geldiğinde bu gereklilikleri bir aylığına da olsa yerine getirmeye uğraşırlar.

Özellikle Türkiye’de, hem de daha önce hiç olmadığı kadar ihtiyacımız olan birlikte yaşama düşüncesi ramazanlarda yeniden oluşur. Bereket ki oluşur. İftarlar tertip edilir. Sevgi ve saygı söylemleri sıcacık bir atmosfer oluşturur konuşuldukları mekânlarda. Bir yıl boyunca görüşemeyen ama aslında aynı vatanı paylaşan bu toprağın insanları birbirini hatırlar. Hal hatır sorar ve kucaklaşırlar.

Hep düşünmüşümdür. Şu ramazanı biraz daha uzatabilir miyiz acaba diye. Ya da yılda en az iki sefer ramazan ilan etsek de şu sevgi atmosferi biraz daha devam etse. Ramazan bitince herkes “Hadi bakalım evli evine köylü köyüne” demese. Evimizde burası, köyümüzde burası, Alevi’siyle, Sünni’siyle, Hıristiyan’ıyla, Musevi’siyle, Kürt’üyle, Türk’üyle burası bizim köyümüz desek ve ramazanlaştırsak bütün bir yılı.

Yani sadece Ramazan Müslüman’ı gibi Ramazan diyalogcusu olmasak. İçselleştirsek artık birlikte yaşamaktan başka bir çıkar yol olamayacağını. Akşam olunca Ahmetler, Aliler ve Ayşeler Moşelere ve Agoplara oturmaya gitse.

Geçen akşam Neve Şalom Sinagogunda iftar sofrasında,  böyle içselleşen bir tatlı hava hissettim. Masamızda bir İslam ilahiyatı profesörü, bir haham ile sanki kırk yıllık dostmuşlar edasında sohbetin dibine vururken Hahambaşı kürsüye davet edilmiş ve hoş geldiniz konuşması yapmaya başlamıştı, “Dinimiz, adetlerimiz ayrı olsa da vatanımız, hüzünlerimiz ve sevinçlerimiz bir,” diyordu.

Tam bu sözün üstüne masamızda oturan tanınmış bir vakfın başkanı yine masamızda oturan Hahambaşı Genel Sekreterine, “Çanakkale ve Balkan Savaşlarında kaç Musevi şehit vardı? Tam rakamlar belli mi?” diye sordu. Genel Sekreter, “Benim bununla ilgili bir çalışmam olmuştu. İsimler bende kayıtlı. İstanbul’un sadece bir mahallesinden Çanakkale’ye gönüllü olarak giden on yedi şehidimiz var. Size kayıtlarını göndereyim,” dedi.

Gecenin ilerleyen dakikalarında Hahambaşı Yardımcısı yanıma gelecek ve iftara davet edilen ve gözlerinden ciddi sorunları olan,  sosyal bilimler lisesi öğrencisi Müslüman örtülü bir genç kızımızı bana göstererek; “Sen bu kızımızı tanıyorsun. Gözlerinde bir sorun var galiba. Tedavisi ile ilgili bizim yapabileceğimiz bir şey olur mu? Tanıdığım hatırlı doktorlarımız var. Maddi olarak da tedavisini üstlenebiliriz. Ne yapalım?” dedi.

Sonra kürsüden Van depreminden sonra Türk Musevi Cemaatinin Van’ da yaptırdığı Selahattin Ülkümen İlköğretim Okulunun Müdürü anons edildi. Yine Musevi Cemaati olarak okul ihtiyaçlarında kullanılmak üzere kendisine 10.000 TL’lik bir yardım çeki verildi.

Tahmin ediyorum o gece her masada buna benzer sıcak sohbetler ve güzel manzaralar cereyan etmiştir. Ramazanda her davet sofrasında buna benzer güzellikler yaşamışızdır. Bütün bu yaşadıklarımız yitirilmiş cennete doğru tekrar yöneldiğimizin göstergeleri olsa gerek.

Tevfizname yazarı Erzurumlu İbrahim Hakkı ramazan ile ilgili bir değişinde “Allahım, bu dünyada üç şeyine doyamadım. Sana secde etmeye, Sahur için kalkmaya ve seher vaktinde dua etmeye,” diyecektir. Bugün yaşasaydı bu sayıyı dörde çıkaracak ve “Birbirimizi anladığımız, anladıktan sonra sevmeye başladığımız toplu iftar sofralarına,” doyamadım diyecekti.

Velhasıl, ben hâlâ telefonu kaldırıp “Alo Moşe, ben Ahmet. Kardeşim nasılsın? Baksana,  akşam müsaitseniz çoluk çocuk oturmaya gelecektik…” diyebileceğimiz günleri özlüyorum. Sadece Ramazan diyalogcusu olmayı değil, geçmişimizde olduğu gibi içselleştirilmiş ve hayatımızın bir parçası olacak sürekli birlikteliği arzuluyorum. Bu günleri bize gösteren Allah, aydınlık yarınlarımızda düşlediğimiz o günleri de gösterir inşallah.