MESLEĞİNİN DORUĞUNDA BİR KADIN: Betül Mardin ile tarihte nostaljik bir yolculuk

Halkla ilişkiler duayeni güzel insan Betül Mardin’le yapmış olduğum, son derece keyifli ve samimi söyleşiyi sizlerle paylaşmanın sevincini yaşıyorum. Bu söyleyişinin gerçekleşmesinde büyük katkıları olan Anita Goncabahar’a sizler adına teşekkürü bir borç bilirim

Toplum
3 Temmuz 2012 Salı

İş hayatınıza nerede ve nasıl başladınız?

Bundan 43 sene önce halkla ilişkilere Akbank’la başladım. İlk çalışmaya başladığım zamanlar ne yaptığım çok zor anlaşılıyordu. Sonra Selahattin Beyazıt gibi 5 – 10 tane müşterim oldu. Selahattin Beyazıt’ın o zaman bir plak şirketi vardı. O şirkette çalışmaya başladım. Rahmetli Engin Arman beni arayıp, “Grunbergler var ya (eee) Sahibinin Sesi, (ee ben biliyorum ya her şeyi) Odeon halkla ilişkilerci arıyor. Senden bahsettim. İstersen beraber gidelim, ben de orada çalışmaya başlıyorum artık,” dedi. Kalktık gittik. Hügo yaşıyor daha, Leon Grunberg var. İçeri girdim, konuştuk anlaştık. Yukarı çıktım, Engin’in karşısındaki masada çalışacağım. Plak yapıyorlar, dolayısıyla plakları, şarkıcıları tanıtacağız. En iyi bildiğim iş zaten. Aradan bir ay geçmiş, çalışırken Hügo’dan bir telefon geldi. “Bir dakika gelir misin?” dedi, yanına gittim. Bir delikanlı oturuyor yanında. “Bu benim oğlum Dani” dedi.  Dani henüz yirmi yaşında. Okullardaki bildiğimiz parlak çocuklardan değil. Üniversiteden yeni gelmiş, maden mühendisi. Babasıyla aynı yolda gitmek, beraber çalışmak istiyor. “Gel, n’olur bunun elinden tut da yetiştir,” dedi. Çocuk da çok sevimli, yeşil yeşil bakıyor bana.“Hadi gel” dedim. Başladık, çalışıyoruz. Birilerine gidilecekse beraber gidiyoruz. O zamanki yeni şarkıcıları dinliyoruz. Piyasa öyle o zaman; plak yapan az ama şarkı söyleyen çok. Esin Afşar’dan başlasak yeter zaten. Öyle bir devir.

Tarih olarak hangi yıl?

1970’ler. Dani on dokuz yaşında. Bir gün evime geldiğinde kızımla tanıştı. Bunlar çok iyi arkadaş oluverdiler. O aralar düştüm ve kalçamı kırdım. Ameliyat derken, belli oldu ki ben topal kalmışım. Yedi santim fark var iki bacağımın arasında. Aksak yürüyorum. Dediler ki Londra’ya git, tekrar ameliyat ol. Hügo’ya, Akbank’a ve diğer yedi müşterime istifamı verip Londra’ya gittim, ameliyatımı oldum. Londra’da tedavim sürerken bir Türk fabrikasında yine bu alanda iş buldum. Kızımı da okuması için oraya getirttim. Onlar Dani ile telefonlaşıp, mektuplaşıyorlar; ilişkilerini sürdürüyorlardı. Seviyorum Dani’yi, iyi çocuk. Kızımın odasında Dani’nin resmi var. Aralarında bir şeyler var, ilişkilerini sıcak tutuyorlar. Bu arada eski kayınpederim hastalandı ve vefat etti. Aradan 1,5 sene gibi bir zaman geçmiş. Bunun üzerine hiç düşünmeden cenazeye yetişmek için uçağa atladım. Geri döndüğümde eski müşterilerimi ziyaret ederek, hatırlarını sordum. Siz de aynı şeyi yapmaz mısınız? Ben Londra’ya giderken Hügo vefat etmişti. Dolayısıyla sadece Leon vardı. Onu da ziyaret ettim. Sohbet ederken düğmeye bastı, muhasebecisini çağırıp “Betül Hanım’ın birikmiş maaşlarını getirin,” dedi.

Hayatımda böyle bir şey yaşamadım. Herhalde dokuz maaş kadar birikmişti. “Ne yapıyorsun? Biliyorsun giderken ben istifamı verdim,” dedim. “Ahh canım biz sana söylemedik galiba, bizim bir prensibimiz var, hasta olanların istifası bizde kabul edilmiyor,” dedi. Gerçekten başka türlü bir adamdı. Bu anlattıklarım 38 senelik bir hikâye. Ama hiç bir zaman unutmadım. Babamın durumu iyi olmasına rağmen babadan para isteyemiyorsun. Böyle bir zamanda gelen bir paraydı bu.

Anne babanızla ilgili anılarınız var mı?

Babam Mısırlı, Türkiye’de bir Türk ile evlenmiş, burada İş Bankasında çalışıyor. Derken Arapça bilgisinden ötürü bankanın İskenderiye şubesine müdür tayin ediliyor. Biz de 1929’u geçirmiş bir aileyiz. Pamuk sıfır olmuş; perişan olmuşuz. Babalarımızın analarımızın yanına sığınmışız. Babamın İş Bankası müdürlüğü de savaş yıllarına rastladı. Pamuk yükselmeye başlamış, yükseldikçe babam milyoner. Durumu İskenderiye’de iyi, siz de gelin diye tutturdu. Rahmetli ablam, rahmetli kardeşimle birlikte üç kardeşiz. Ben o zaman on iki yaşındayım, ablam on dört, oğlan da beş yaşında. Hep beraber oraya gideceğiz. Gidiş çok zor. Trene biniyorsun Halep’e, Halep’den taksilerle, otobüslerle Beyrut’a. Annemin yanında mektuplar var, bir sürü mektup. “Nedir bunlar anne?” diye soruyorum. “Yahudilerin mektupları,” diyor. Ne demek bu anne, bize anlat da bilelim. “Almanya’da, İstanbul’da oturan Musevilerin mektupları. Kahire ve İskenderiye’deki Yahudilere götüreceğim,” diyor. “Ben onların postacısı mıyım?” diye soruyorum. Kocaman bir zarf. Beyrut’ta otobüse bindiğimizde annem zarfı açtı, alfabetik sıraya koyuyor. Derken yanına bir Fransız subay geldi, elindeki mektupları aldı. Annem yalvarıyor, “Hayır” diyor subay, aldı mektupları. Annem perişan, babama anlattı “Bunları tanıyorum, İstanbul’da oturuyorlar, akrabaları Almanya’da. Başka ne yapabilirdim?” dedi. Mektupları daha sonra sansürlenmiş şekilde geri aldı, makarna şeridi gibi. Şuradan bir satırı kesilmiş, buradan bir satırı… Ne demek istediğini tahminen anlıyorsun. Annem bir bir verdi mektupları senelerce… Bunun adı vicdan. Ya var ya yok. Vicdanlıysan bu işi yaparsın. Annem vicdanlıydı. Leon da vicdanlı adamdı.

Sizin geçirdiğiniz bu tecrübeler ansiklopedilere sığmaz diye düşünüyorum. Esas sormak istediğim İstanbul yaşantısı yani benim de içimde çok büyük bir ukdedir. Ve görüyorum ki hiçbir şey kalmamış. Dolayısıyla bize biraz eski anılarınızdan bahseder misiniz?

Operetlere, konserlere, tiyatrolara gidilirdi. Konak Sineması vardı. Akşam oturmaları olurdu. Telefon edilip, “Bu akşam size gelebilir miyiz?” diye sorulurdu. Konaklarda, 1935’li yıllarda “Eğer bu akşam evde iseniz hanımefendi ile beyefendi size gelecek” diye bir uşak gelirdi. “Buyursunlar” derdiniz. Akşam sekizde yemek yenir, dokuzda da misafirler gelirdi. Evvela kahve verilirdi. Bir saat sonra da soğuk bir şey ya da çay, mevsime göre. Eğlenmek için briç gibi çeşitli oyunlar oynanırdı. 

Beyoğlu hayatı nasıldı?

Çok şıktı. Şimdi adını unuttuğum çok meşhur bir ayakkabıcı vardı kilisenin karşısında. Paris’ten gelirdi mallar. Karmen Pasajı vardı. Beyoğlu’nun arkası, şimdi Pera Müzesinin olduğu o yol bütün dükkândı; büyük bir alışveriş yeri idi. Beni oyuncaklar ilgilendirdi. Ömer Seyfettin’in karısı Canibe ve kızı Türkiye’nin bir numaralı terzisiydi.

Kadın-erkek eşitliği o zaman nasıldı?

Evlilikler genelde aileler arası akraba evlilikleri yapılırdı. Gelini, damadı, büyükbaba beğenirdi.

Peki, özlüyor musunuz o günleri?

Hayır. Özlemek farklı. O günleri özlesem çalışamam. O zaman evde oturursun, beklersin. Ama o zamanın sevimli taraflarını özlüyorum. Yaşam tarzı, insanlık konuşmaları, dedikoduları hoş komikti, bugünkü gibi acı değildi.

Kitap yazdırıyor musunuz?

Yok hayır. Benim bütün hayatım okundu. Bir yerde kilitli, kasada.

Benim bir ders kitabım var, mesleğimle ilgili bir kitap. Başka türlüsünü istemiyorum.

Peki,  eski ile yeni zamanlar arasındaki fark nedir? Kaç yaşına kadar çalışmak gerekir sizce?

Kafanızı bir yerde tutacak meşgale lazım. Dikkatli beslenmek lâzım. Spor yapmak gerekli; her sabah jimnastik yaparım 10 dakika. Sigara içmiyorum, içki içmiyorum; severim ama içmiyorum. İşe gelir gelmez toplantılarım var. Çok yoğun bir tempom var hâlâ. Her sabah ders veriyorum üniversitede.

Gençlere tavsiyeleriniz nelerdir?

Öncelikle amaçlarını belirlemeleri gerek. Sonra, “haklarında ne denilsin” istiyorlar, ona karar vermeleri lazım. Amaçlarına ulaşmak isterken vicdanlarını

terk etmeyecekler ki doğru yoldan çıkmasınlar.

Sizin eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Hâlâ Leon ile görüşüyorum. 100 yaşında. Bir süre halkla ilişkiler derneğinde çalıştıktan sonra,  başkanlığa doğru yol alırken Türkiye’de uluslararası bir toplantı yapmayı planladık. Türkiye’nin komşularını buraya davet ettik. İstanbul’da ilk defa böyle bir şey yapıyoruz. Birinci konuşmacı Yunanlı idi birçok konuşmacı var daha. Bende bir heyecan bir heyecan, her yere haberler saldık. Sheraton Otelinde her şey çok güzel olacakken Yunanlı konuşmacıdan bir mesaj geldi. Gelemeyeceğini bildirdi. Bizim için en önemli olan konuşmacı,  onu onurlandırmak için ilk konuşmacı yaptım,  “dostum” diyeceğim. “Gelemiyorum” dedi adam. Biz böyle aramızda konuşurken İsrail’den gelen misafirimiz “problem yok ben konuşurum” dedi. Sabah toplantı kalabalık bir katılımla başladı. Adamı tanıttım. İlk sözleri, “Savaş biteli 30 sene oldu, 30 senedir Türkiye ye teşekkür etmek için bu günü bekliyordum. Bayan Mardin bu şansı bana tanıdığı için kendisine minnettarım” oldu. Adamın ne demek istediğini hâlâ anlamıyorum. Adam ağlamaya başladı. Almanlardan kaçarak Türkiye’ye geldiklerini söyledi. Meğer Türkiye’ye Musevilerle dolu iki tane gemi gelmiş. Ne yapacaklarını bilmiyorlar. Her bir gemide 350 Musevi. İlk gemiye yüz vermemişiz nedendir bilemem. Bu çocuk ikinci gemiyle gelmiş, daha sonra Haydarpaşa’dan trene bindiriliyorlar İsrail’e gitmek üzere, hepsi aç. Yiyecek hiçbir şeyleri yok. Vagonlarda yiyecek arıyorlar.  Gidip bir vagona bakıyorlar ki içi ağzına kadar konserve ile dolu ama konserveyi açacak hiçbir şeyleri yok ki. Bir şey bulmaya çalışırlarken başka bir vagonun da ağzına kadar konserve açacağı ile dolu olduğunu görüyorlar. Yiye yiye gitmişler. Bunu konuşmasında bize anlattığında hepimiz gülmekten kırıldık. Ama adam ağlaya ağlaya anlattı.

Beyoğlu’ndan bahsettiniz. Biraz da Maçka, Nişantaş nasıldı anlatır mısınız?

Şişli’de doğdum. Cihangir’de büyüdüm. Cihangir’de büyükbabamın yanındaki konakta otururduk. Robert Kolej’e yürüyerek giderdim. Para yok. Bir tek tramvay işliyor. Şimdiki Güzel Sanatların önünden tramvaya binip Eminönü’ne gideceksin oradan tekrar çıkıyorsun yola. Öyle hemen binip de koleje gitmek yok. Başka şansın yok, otomobil yok. Benzin yok. Benim en önemli anım; okulumun birinci senesinde Atatürk ölüyor. Biniyoruz tramvaya geliyoruz duraklıyoruz. Dolmabahçe Sarayında bir kâğıt asılı  ‘Dün geceyi iyi geçirdi.  Şimdi uyuyor,’ diye. Vatman koşuyor geri geliyor, bizlere seslenerek “uyuyormuş” diyordu.

Okulda ilk senem eylülde başladı. Atatürk kasımın onunda öldü. Biz böyle gidip gelirken vatman gene koştu ağlayarak geldi “ölmüş” dedi. Halk çıldırdı, ağlaya ağlaya koleje gittik. Okul hemen kapandı. Büyük bir matem. Cenazeden önce Dolmabahçe Sarayının kapıları açıldı, ortaya tabut kondu, generaller nöbet tutuyor, dört saatte bir değişerek gece gündüz bekliyorlardı. Meşaleler yanıyordu. Biz halk olarak tavaf ettik. Tavaf etmek eski Müslüman geleneğinde etrafında gezinmek, dönmek. Yirmi dokuz kişi öldü kalabalıktan. Yirmi dokuz çocuk, on beş yaşında, yirmi yaşında. Atlı polisler ortalıkta “açılın beyler hanımlar” diye bağırıyorlar. Bu arada da yürüyorsun. Ben de döndüm çıktım. Ama bir arkadaşım öldü. Atatürk bambaşkaydı… Ailem, yakınlarım cenaze törenine katılmak için Ankara’ya gittiler. Bugünküler hiç bir şeyi bilmiyorlar. Seviyorlar ama bizim gibi değil.

Bu çok samimi sevgi, tarih, nostalji dolu söyleşiyi Şalom Gazetesi okurları ile paylaşmanızdan dolayı teşekkür eder, sizin gibi güzel, eski İstanbullu bir hanımefendiyle tanışmaktan ve sohbet etmekten dolayı da çok mutlu olduğumu belirtmek isterim.

Yaşar Bildirici

Fotoğraf: Alberto Modiano