Doğruyu/Hakikati kim, nasıl, ne uğruna söyler?

Özgür ifade, korkusuzca konuşabilme, doğruyu söyleme, hakikati söyleme, hakikati söylemedeki açıklık ve açıkyüreklilik gibi anlamlara gelir parrhesia. Dahası bu doğruyu/hakikati söyleme edimi bir erdemdir; iyi bir vatandaş olmanın önkoşuludur. Gerçekten de, içinde yaşadığı cehennemi cennete çevirmek için girişilen mücadele erdemlerin en büyüğü değil de nedir?

Perspektif
22 Haziran 2012 Cuma

“Kaynayan cehennemler, hazır cennetler”

Herkesin inandığı doğru başka iken çıkıp kendi doğrusunu cesurca söyleyebilmenin bedeli çoğu zaman çok ağır olmuştur. Çoğunluğun peşine düştüğü hakikatin aslında bir yanılsama olduğunu korkusuzca iddia etmek de kişinin yaşamını feda etmesiyle sonuçlanmıştır tarihteki birçok örnekte. Doğruyu söylemek, hakikati göstermek her zaman böyle bir risk mi taşır peki? Gerçek anlamda demokratik ülkelerde, yani herkesin fikrinin eşit ölçüde değerli bulunduğu ve herkesin düşüncelerini özgürce söyleme hakkı olduğu ülkelerde ‘doğruyu’ söylemek, geçerlilikte olandan başka bir hakikat olduğunu söylemek bu tür bir ölüm-kalım riski taşımaz elbette. Zaten ideal anlamda demokrasi, düşünce ve ifade özgürlüğü temeline dayanır. Ama şunu da altını çizerek belirtmek istiyorum ki burada sözünü ettiğim ideal demokrasi, günümüzde çoğunluğun tiranlığına varan temsili demokrasi değildir. Her tekil düşüncenin ve sözün bizzat kendine yer bulduğu bir demokrasi bu, ve işte tam da bu yüzden ‘ideal’… Bu tür çoğulcu demokrasi her doğruya, her hakikate yer vereceği için, genel-geçer sanılan doğruların ve hakikatlerin başka doğrular ve hakikatler tarafından sınanmasına, ve hatta çökertilmesine, izin verir. Bu yüzden de, doğruyu söylemek, başka bir hakikat olduğunu iddia etmek bir ölüm-kalım meselesi olmaktan çıkar. Oysa, sadece bir grup insanın fikirlerinin temsil edildiği bir alan olan günümüz demokrasilerinde, bu grubun çıkarlarına ters düşecek doğrulara ve hakikatlere işaret etmek çok ciddi bir cesaret işidir, kişinin hayatından vazgeçmesini gerektirir. Özellikle de günümüzde, hükümet karşıtı fikirlerin, bırakın duyulması ve görünürlük kazanması, tolere edilmesi bile giderek zorlaşmışken aklımda dönüp dolaşan bir kavramı bu yazıya taşımak istedim: parrhesia.

Hrant Dink’in, ölmeden dokuz gün önce, 10 Ocak 2007’de Agos’ta yayımlanan ‘Ruh Halimin Güvercin Tedirginliği’ yazısında, ilk okuyuşumdan beri zihnime kazınan bir ifade var: “Kaynayan cehennemler’i bırakıp, ‘hazır cennetler’e kaçmak herşeyden önce benim yapıma uygun değildi. Biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık.”  İşte Antik Yunanca bir kavram olan parrhesia’yı anlamak için Dink’in bu cümlesi anahtardır. Özgür ifade, korkusuzca konuşabilme, doğruyu söyleme, hakikati söyleme, hakikati söylemedeki açıklık ve açıkyüreklilik gibi anlamlara gelir bu kavram. Dink’in cümlesinden yola çıkarsak, öncelikle içinde yaşanılanın ‘kaynayan bir cehennem’ olduğunu korkusuzca söyleyebilmekle başlar parrhesia. Daha sonra da hazır cennetleri reddetmekle devam eder. Parrhesia anlamındaki doğruyu/hakikati söyleme ediminin derdi ‘cehennem’ metaforuyla ifade edilen sosyo-politik düzenledir. Dahası bu doğruyu/hakikati söyleme edimi bir erdemdir; iyi bir vatandaş olmanın önkoşuludur. Gerçekten de, içinde yaşadığı cehennemi cennete çevirmek için girişilen mücadele erdemlerin en büyüğü değil de nedir?

 

“Parrhesia: Doğruyu söylemek”

Michel Foucault 1983 yılının güz döneminde Kaliforniya Üniversitesi’nin Berkeley kampüsünde verdiği ‘Hakikat ve Söylem’ adlı seminer derslerinde ‘parrhesia’ kavramını derinlemesine inceler. Türkçe’ye ‘Doğruyu Söylemek’ başlığıyla çevrilen bu dersler İngilizce’de ‘Fearless Speech’ adıyla yayınlanmıştır. Görüldüğü gibi, parrhesia kavramı bütün bu unsurları içinde taşıyan oldukça yüklü bir kavramdır: Hem doğruyu söylemek, hakikati göstermek ve bunu korkusuzca yapmak anlamlarını taşırken bu edimindeki açıklığa, sadeliğe, retorik oyunlardan yoksunluğa da işaret eder. Foucault sözünü ettiğimiz seminerde öncelikle bu kavramın ne anlama geldiğini anlatır ve en önemli parrhesiastes (parrhesia ediminde bulunan kişi) olarak Sokrates’in ortaya çıkmasıyla kavramın nasıl bir değişime uğradığını ele alır. Biz de Foucault’yu izleyerek tartışalım bu kavramı.

Parrhesia etimolojik olarak ‘herşeyi söylemek’ anlamına gelir; aklında ve kalbinde ne varsa herşeyi açıklıkla, hiçbir retorik süsleme kullanmaksızın karşındakine  ifade etmektir. Yani kişinin düşüncesini korkusuzca ve netlikle söylemedir; bu aynı zamanda kişinin düşüncesini üstlenmesi anlamına gelir. Karşısındakini kendi düşünce sürecine dahil etmek ve ne düşündüğünü bire bir anlatabilmektir. Fakat iletilmek istenen basit bir düşünce değildir; bir eleştiridir. Ve gerçek anlamda parrhesia olabilmesi için bu eleştirinin, işaret edilen doğrunun iktidara karşı, daha güçsüz bir konumdan gelmesi gerekmektedir. İşte bu asimetri yüzünden de parrhesia hep bir risk taşır. Parrhesiates bu riski alır çünkü doğruyu söyleme/ hakikati gösterme edimi onun için bir ödevdir; kimse onu zorlamazken o, bunu içinden gelen bir dürtüyle yapar, bunun ‘iyi bir vatandaş’ olarak kendisinin ödevi olduğunu düşünür. Foucault’nun sözleriyle, “parrhesia, konuşmacının hakikatle kurduğu kişisel ilişkiyi ifşa ettiği sözel bir edimdir; ve bu uğurda hayatını tehlikeye atar çünkü doğruyu-söylemek, diğerlerini (ve de kendisini) geliştirmek ve onlara yardım etmek için kendisinin üstlendiği bir ödevdir.” Parresiastes bu ödevi yerine getirmek için halkı (demos), yani çoğunluğu karşısına alabilecek kadar cesur olmalıdır. Çoğunluğun göremediğini gören parrhesiastes gördüğü doğruyu ve hakikati sahiplenir ve herkese göstermek ister. Durumun cehennem olduğunu göstermek ister gibi, ama sunulan cennetlere gitmektense cehennemi düzeltmeye niyet etmek gibi. Anlaşılacağı gibi bu çok zor bir ödevdir; çünkü bu cehennem bazılarının cennetidir. Ve tam bu noktada çok önemli bir dizi soru çıkar ortaya: Parrhesiastesin söylediği doğru gerçekten “doğru” mudur; yoksa herkes gibi o da  ‘inandığı’ bir doğruyu mu dile getirmektedir? Parrhesiastes diğer herkesten nasıl ayrılır? Onun doğrusunun ‘doğru’ olduğu nasıl anlaşılır? Dahası gerçek anlamda parrhesiastes olan kişiyi koruyacak bir hukuki-politik düzen nasıl yaratılmalıdır, eğer söylenen doğru halihazırdaki düzeni tehdit ediyorsa? İyi bir vatandaş olmak, vatanın halihazırdaki gidişatını sarsmaktan geçiyorsa, parrhesia bir krize yol açmaktan başka ne işe yarar? Ve bu kriz gerekli midir?

 

Ve doğruyu/hakikati söyleme edimi Sokrates’te vücuda gelir

Foucault bu sorulara tek tek yanıt vermez; ama bu sorulara cevap olacak bir parrhesiastes figürü sunar. Bu figür Sokrates’tir. Sokrates’in ortaya çıkmasıyla beraber parrhesia kavramında da bir değişim meydana gelir.  Sokrates figüründe somutlaşan parrhesia edimi artık kişinin hakikatle ilişki kurma sürecinde yaşadığı dönüşüme, yani kişinin kendi hakikatini bilmesine doğru evrilir. Politik özelliğini yitirmez ama kişisel bir boyut daha kazanır. Delf Tanınağı’nın ‘Kendini bil!’ mesajı, kendi hakikatini keşfet, ruhunu eğit, hakikatle kurduğun ilişkiye odaklan olarak algılanır ve parrhesia ediminin yeni boyutunu oluşturur. Kendi hakikatini keşfeden, kendi koşullarını fark eden kişi hayatının bir dönüşüme uğradığını görecektir. Artık sözleri ve yaptıkları müthiş bir ahenk içindedir ve konuştuğu herkesi bu tür bir hayata davet eder. Bu bakımdan da, Sokrates’te vücut bulan bu parrhesiastes diğerleri için bir eğitmen, rehber ve akıl hocasıdır; kişileri ruhlarıyla ilgilenmeye, ruhlarını hakikate döndürmeye çağırır. Bir at sineği gibi vızıldayıp kişilerin doğru kabul etttikleri hakikatleri sorgulamalarına yol açar. Hakikati doğurtan bir ebe gibi, en eğitimsiz kişinin ruhundan bile hakikatin doğabileceğini gösterir. Atina yasalarının kendisini genç zihinleri zehirlemekle suçlamasına boyun eğer, kendi doğrusundan vazgeçmektense çarptırıldığı ölüm cezasını çeker. Politikaya bulaşmaktan hep kaçındığını söyleyen Sokrates, parrhesiayı etik boyuta taşır. Ruhun hakikatinin keşfedilmesine izin veren, bu ruhsal eğitimden ve dönüşümden geçmiş ruhların yaşayabileceği ideal politik düzenin kurulması projesini ise Sokrates’in öğrencisi Platon devam ettirmiştir. Platon’a göre ruhun ahengi ile politik düzenin ahengi arasında birbir ilişki vardır. Hakikate çevrilen ruh, ancak ahenk içindeki bir devlet düzeninde yaşayabilir. Bu devlet düzenini ise yine hakikate temas etmiş eğitimli ruhlar kurabilir. Erdemli davranışların karakter haline gelmesi ancak erdemlerle kurulmuş bir devlet düzeninde mümkündür. Dolayısıyla görüldüğü gibi, ruhun düzeni ile politik düzen arasında doğrudan bir bağlantı kurar Platon. Bu politik düzende parrhesiastes haline gelen filozoftur yönetici; dolayısıyla yönetimin esası hakikattir, bir grubun veya bir kişinin fikirleri değil. Yukarıda cehennem metaforuyla anılan halihazırdaki düzenin tasvirini Platon, felsefe tarihinin en meşhur benzetmesiyle yapar: Mağara!

Karanlık bir mağarada zincirlenmiş bir şekilde oturmaktayızdır. Arkadan önümüzdeki duvara bir ışık yansır. Bu ışığın önünden geçen gölgeleri görür gözlerimiz. Arkamıza dönüp bakamayız, hatta arkada birşeyler olduğunun bile farkında değilizdir. Duvarın altında, zincirsiz dolaşan bir takım insan vardır. Ellerinde kuklalar tutarlar. Duvara yansıyan da bunların gölgesidir. Bizler bunların gölge olduğunu bilmeyiz; gördüklerimizi hakikat zannederiz. Mağaradaki varoluşun dışında bir varoluş, burada görüleceklerdan başka şeyler olduğunu düşünemeyiz bile. Oysa filozof, ruhundaki dönüşümle zincirlerini kırmayı başarmış ve mağaranın dışına çıkabilmiş kişidir. Dışarıdaki hakikati görmüş, mağaradaki hayatın ‘doğru’ olmadığını fark etmiştir. Mağaradaki hayat bir yanılsamadır; hakikat dışarıdadır. Fakat filozof gördüklerini anlatmak için mağaraya geri döner. Işığa alışan gözleri karanlık mağarada acı çeker ama o yine de, doğruyu söylemek, hakikati anlatmak için geri döner. İşte filozof bu noktada parrhesiastes’tir. “Kaynayan cehenneme” geri döner oradaki ruhları eğitmek, o ruhların aynı dönüşümü yaşamalarını gerçekletirmek için. Böylece cehennem cennete dönüştürülebilecektir. Ruhun dönüşümü, politik dönüşümü de beraberinde getirecektir Platon’a göre. Felsefe tarihinin en değerli metinlerinden biri olan ‘Devlet’ işte bunu anlatmaktadır.

Parrhesia artık erdemler içinden bir erdem değil, edimler içinden bir edim değil; bir dönüşümdür, bir çevrilme hareketidir, hakikatle kurulan ilişkinin ta kendisidir. Fakat yukarıda sorduğumuz sorular hala sorulmaya değerdir; ki zaten seminerin sonunda Foucault da bu soruları sormaktan geri durmaz: Kim doğruyu söyleyebilir? Doğruyu söylemenin bedelleri nelerdir? Doğruyu/hakikati söyleme edimiyle iktidar arasındaki ilişki nedir? Foucault’un amacı doğrunun/hakikatin ne olduğunu sorgulamaktan ziyade, doğrunun/hakikatin tarih boyunca nasıl sorgulandığını incelemektir. Bir parrhesiastes olan Foucault da döneminin cehennemlerini cennete çevirirken mağaradan çıkıp gördüklerini anlatmak için mağaraya geri dönenlerdendir.