Kısa Filmde ´Sessiz´e Altın Palmiye

Michael HanekeHereke´nin ´Aşk´ına hak edilmiş bir Altın Palmiye. Rezan Yeşilbaş’ın 14 dakikalık “Sessiz – Be Deng”i kısa metraj dalında Altın Palmiye Ödülü kazandı. Uzun metrajlı filmlerde sürpriz olmadı: Michael Haneke “Aşk” ile aldığı Altın Palmiye’ye kimsenin itirazı olamazdı. En güçlü rakibi olan Cristian Mingiu’nin “Tepenin Ötesinde” adlı Rumen filmi iki ödül alabilen tek film oldu

Sanat
4 Haziran 2012 Pazartesi

Bu filmin iki genç oyuncusu En İyi Kadın Oyuncu Ödülünü paylaşırken, görkemli Danimarka filminin aktörü Mads Mikkelsen En İyi Erkek Oyuncu seçildi. İki sönük filme (İtalyan “Gerçeklik” ile Meksikalı “Post Tenebras Lux”) ödül verilmesi tam bir fiyaskoydu.

65. Cannes Film Festivali’nde Kısa Metraj dalında Rezan Yeşilbaş’ın “Sessiz / Be Deng” filmiyle Altın Palmiye kazanmasıyla Türkiye bu yıl da festivali boş geçmedi.

Yönetmen Yeşilbaş, yanında filmin oyuncusu Belçim Belgin ile, ödülü jüri başkanı Jean Pierre Dardanne ve Kylie Minogue’un elinden aldı. Yeşilbaş sevincini “Bu kadar ünlü yönetmenin bulunduğu bir salonda ödülü Dardanne’den almak benim için büyük ayrıcalık. Bu ödülü ülkemin sessiz ve yalnız bırakılmış tüm kadınlarına adıyorum” diyerek dile getirdi. 1984’te Diyarbakır’da geçen konusuyla film, 3 çocuk annesi Zeynep’in cezaevinde yatan kocasını ziyaretini anlatıyor.

Jüri politik davrandı

Cannes Film Festivallerinde neticeler açıklandığında yıllardır aynı düş kırıklığını yaşarım. Altın Palmiye’yi en çok beğendiğim fim değil, başka bir film kazanır. Bu yılkı istisna kaideyi bozdu.

İzlediğim 22 film içinde en çok beğendiğim film olan Michael Haneke’nin “Aşk/Amour”u favori 3-4 film arasından sıyrılıp Altın Palmiye’ye ulaştı. Jüri politik davranıp “Aşk”ın en ciddi rakibi olan Rumen filmi “Tepenin Ötesinde / Dupa Dealori”ye iki ödül birden verdi.

5 yıl önce “4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün” ile Altın Palmiye kazanan, 45 yaşındaki Cristian Mingiu En İyi Senaryo Ödülü ile teselli edilirken, filmin iki genç aktrisi Cosmina Stratan ile Cristina Flutur En İyi Kadın Oyuncu Ödülünü paylaştılar.

En İyi Erkek Oyuncu Ödülü ise, yarışmanın en kaliteli filmleri arasında olan, Danimarkalı Thomas Vinterberg’in “Av/Jagten”in aktörü Mads Mikkelsen’e verildi. Yakışıklı oyuncu filmde pedofili ile suçlanan bir ana okul görevlisini canlandırıyor.

Yaşayan en önemli İngiliz yönetmen olan Ken Loach, bu yıl da yarışmadan eli boş ayrılmadı. Kıdemli senaristi Paul Laverty ile bu kez komediyi deneyen 76 yaşındaki sanatçı “Meleğin Payı / Angel’s Share” ile Jüri Ödülü’nü kazandı. Suç işlemeye meyilli dört İskoç serserisinin bir viski imalathanesine yaptıkları ziyaretten sonra yazgılarının değişmesini anlatan film yarışmanın en keyifli yapıtlarından biriydi.

Yarışmanın ikincilik ödülü sayılan Büyük Jüri Ödülü’nün sahibi, İtalyan sinemasının Cannes’daki tek temsilcisi Matteo Garrone’nin “Gerçeklik / Reality”siydi. Dört yıl öncesini Jüri Ödülü sahibi “Gomorra”sından sonra, bana düş kırıklığı yaratan “Gerçeklik”, televizyonun reality showlarından birine katılarak ünlü olmayı düşleyen Napolili saf bir balıkçının öyküsünü anlatıyor. Jüri Başkanı Nanni Moretti’nin, vatandaşı Garrone’ye kıyak yapılması için jürideki arkadaşlarına baskı yaptığını düşünüyorum.

Ödül listesinde yer almasına isyan ettiğim ikinci film, Meksikalı Carlos Reygadas’ın “Post Tenebras Lux”ü idi. Kırsal bir bölgeye yerleşip sarsılan evliliklerini kurtarmaya çalışan bir burjuva çiftin öyküsünü anlatan film, senarist-yönetmen Carlos Reygadas’a En İyi Mizansen Ödülü’nü getirdi. İzlenmesi işkence haline gelen flu bırakılmış çerçeveler, kafasını çevirerek koparan bir hizmetkârı gösteren gülünç sekans iyi mizansen ise, ben sinemadan anlamıyorum. Reygadas’ın vatandaşı Guillermo Del Toro’dan ödülç aldığı (sadece çocukların gördüğü) animasyon kırmızı şeytan gülünçtü. Filmin tek pozitif yönü yönetmenin dünya tatlısı oyuncu çocukları Rut ve Eleazar idi.

Altın Palmiye’nin galibi

65. festival jürisinin herkesi tatmin eden ödülü, yarışmanın açık ara en iyi filmi olan “Aşk / Amour”a gitti. Michael Haneke “Beyaz Kurdele”den üç yıl sonra kazandığı bu ödülle “İki altın Palmiyeliler Kulübü’nün yeni üyesi oldu.

80’li yaşlarını sürdüren emekli müzik öğretmeni bir çift ölüm karşısında tutumlarını mercek  altına alan “Aşk/Amour” sinema tarihine yaşlılık üzerine yapılmış en güzel filmlerden biri olarak geçecek.  Haneke, filmin sonunu açılış sekansında gösterecek kadar kendinden emin. “Sürpriz beklemeyin, yaşlı kadın ölecek. Ben hünerimi, yaklaşan ölümün çiftteki tahribatını göstermekte kullanacağım” demek istiyor.

Görkemli burjua dairelerinde, zengin geçmişlerini yansıtan klasik, zevkli mobilyalarıyla yaşayan Parisli Anne (Emmanuelle Riva) ile Georges (Jean-Louis Trintiguant) birbirlerini çok seven bir çifttir. Kendileri gibi müzisyen olan kızları Eva (İsabelle Huppert), İngiliz kocasıyla yurtdışında yaşamakta. Değişik kentlerde verdiği konserlerle Eva’nın yolu Paris’e pek ender düşmektedir. Anne bir beyin kanaması sonucu felç geçirince çifti ayakta tutan derin aşk, ciddi bir imtihan verecektir. Filmin son 100 dakikasında, fedakar kocanın, sağ tarafı tutmayan eşine yardım etmek için çırpınışını görürüz. İkinci bir krizden sonra Anne konuşma kabiliyetini yitirir. Eva babasının bu uzun ve zorlu süreçte çökmekte olduğunu göremez.

Georges, karısına olan derin sevgisine, sabrına, dayanma gücünüe ve fedakarlığına rağmen, zor görevini tamamlayacaktır. Haneke, “Guguk Kuşu” filminden ödünç aldığı bir yöntemle filmini noktalar.

Ölüme adım adım yaklaşan felçli bir kadın, ona sahip çıkmaya çalışan tükenmiş bir adam, uzaktan gazel okuyan eğitimli kızlarının öyküsü, Haneke’nin ilgiyi sürekli ayakta tutan müthiş mizanseni eşliğinde anlatılıyor.

Bu etkileyici film, olağanüstü üç oyuncunun teatral performanslarıyla nefes nefese izleniyor. Hayatın sonu, ölümsüz aşk temaları eşliğinde, Haneke bizlere ölüme yaklaşma süreci ancak bu kadar gerçekçi ve etkileyici bir şekilde perdeye yansıtılabilir” dedirtiyor.

Filmi izleyen basın konferansında Haneke “yakınının acısıyla başa çıkmanın nasıl birşey olduğunu anlatmaya çalıştım. Çok basit bir film yapmaktan çok memnunum.” dedi. M. Haneke Cannes’da 2005’te “Cache” ile Mizansen Ödülü, dört yıl sonra da “Beyaz Kurdele” ile Altın Palmiye kazanmıştı.

1969’da Costa Gavras’ın başyapıtı “Z” filmiyle En İyi Erkek Oyuncu seçilen 81 yaşındaki Jean – Louis Trintignant, kariyerinn en başarılı performansını çıkardığı “Aşk”ta aynı ödülü kazanamıyordu, ancak yönetmeni Haneke, iki oyuncusunun filmin Altın Palmiye Ödülü almasına büyük katkıları olduğunu, Kapanış Galası’nda teslim ediyordu. Jüri Başkanı Nanni Moretti, ödülün veriliş sebebini açıklayarak iki olağanüstü oyuncunun katkısının altını çiziyordu.

İKİ ÖDÜLLÜ TEK FİLM

Müthiş bir yükseliş gösteren Rumen sineması, Cristian Mingiu’nun şahsında Cannes’da iki ödülle taçlandırıldı.

2007 yılının sürpriz filmi “4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün” ile Altın Palmiye Ödülü kazanan Rumen yönetmen Cristian Mingiu, beş yıl aradan sonra “Tepenin Ötesinde / Dupa Dealori” ile Cannes’a iddialı bir dönüş yapıyor. Aynı yetimhanede büyüyen, yolları ayrılan iki genç kadının öyküsünü anlatan filmin ilk 1,5 saatini izlerken sıkıntıdan boğulacağımı zannettim. Son bir saatiyle bambaşka bir kulvara sapan film, ilginç temaları ve müthiş finaliyle Romen toplumu üzerine yaptığı ciddi eleştirilerle, ilgiyi hakettiğini gösteriyor. Yetimhaneden sonra Almanya’ya giden, çalışarak kendisine yeni bir hayat kuran Alina, ülkesine dönüp, hayattaki tek varlığı, manastıra sığınıp kendini dine adayan Voichita’yı yanına alabilmek için harekete geçer. Romanya’yı terketmemekte direnen arkadaşını ikna edemeyince hırçınlaşan Alina’nın başı, rahibeler ve manastırın lideri Ortodoks rahiple belaya girecektir.

Şeytanın gücüne esir olan bir kadın, exorcism (şeytan çıkarma), kilisenin boğucu baskısı, bağnaz bir dini lider, günümüz Romanya’sında insanı isyan ettiren bir olayın yaşanabilmesi, ima edilen bir lezbiyen aşk, “Tepelerin Ötesinde”yi ilgiyi hak eden bir film yapıyor.  Olayların safhalarını bilmeden, yaşanan bir dramını sebebiyet verdiği felaket üzerine yorum yapan finalde polis, belki de sağduyunun temsilcisi gibi duruyor. Ancak Mingiu “işler zannettiğiniz kadar basit değil” diyerek “Ben 2005’te Tanacu şehrinde yaşanmış bir olaydan yola çıkarak senaryomu yazdım. Olayda şizofrenik rahibe, şeytan çıkarma seansında bir rahip tarafından öldürülmüştü.” İlk bir saatiyle Hıristiyanlık propagandası gibi gözüken film, sonraları geri kalmış ve yoksul bir ülkedeki inanç sömürüsünü üzerine ilginç şeyler söylüyor.