Edgar Allan Poe bir cinayet sanığı olabilir mi?

Edebiyatçı, yarattıklarından ve yazdıklarından sorumlu mudur? Edebiyat nerede başlar, nerede biter? Bir edebi eser ne zaman edebi eser olmaktan çıkıp bir cinayet planına dönüşür? Veya bir ideoloji propagandasına ya da ‘halkın ar ve haya duygularını inciten’ bir sapkınlığa? Yani edebiyat nasıl bir sınır aşar da, edebiyat olmaktan çıkıp bir tehdide dönüşür?

Elis SİMSON Perspektif
25 Mayıs 2012 Cuma

Geçen hafta sinemada izlediğim Kuzgun (The Raven) adlı film, daha önce de aklımda dönüp dolaşan bir soruyu tekrar uyandırdı. Film, dedektif öykülerinin edebiyatta yeni bir tür haline gelmesini sağlayan Edgar Allan Poe’nun öykülerini takip ederek işlenen bir dizi cinayetle ilgili. Olayı çözmekle görevli genç dedektif, ‘bu seri katili durduracak kişi ancak ona ilham veren kişi olabilir’ mantığıyla, Amerika’da henüz pek tanınmamasına rağmen Avrupa’da ünü yayılmış yazar Poe’yu çağırtır. Ve filmin en önemli sorusu o sahnede sorulur: Edgar Allan Poe bu cinayetlerin suç ortağı sayılabilir mi?

Film o sahnede bu soruya çok fazla takılmayıp, Poe’yu apar topar aklar: Poe zararsızdır, sadece yazar. Sevdiği kadını yıllar önce kollarında yitirmenin kederi sinmiştir Poe’nun varoluşunun her zerresine. Hayata tahammül etmek için, yazdığı öykülerle hayatın sınırlarını yoklamış ve ölüme temas etmiş bu kırılgan adam bu cinayetlerin suç ortağı olamaz der film hemen ve Poe’yu dedektifin yanında konumlar. Yeniden hayata tutunmasını sağlayan bir kadına aşık olmuşken patlak veren bu olay Poe’yu bir anda kendi öykülerinin tam merkezine çeker. Üstelik katil, Poe’ya ulaşmanın en kesin yolunu bulmuştur artık. Sevdiği kadını kaçırmıştır! Poe şimdi her ipucunda, her yeni cinayette kendi öykülerinin gerçekleşmiş haline tanık olacak, bir sonraki adımı tahmin edecektir... Film bu şekilde ilerler. O önemli soruyu sorar, hemen cevabı yapıştırır ve bundan sonra katilin kim olduğu sorusuna kilitler izleyiciyi. Ta ki katil ile Poe’nun yüzleştiği sahneye kadar ‘edebi hayal gücü’ sorusu yeniden gündeme gelmez; zaten bu sayede izleyici de filmin kasvetine dalar ve bir Poe öyküsü okuyormuş izlenimine kapılır.

‘Edebi hayal gücü’ olarak adlandırdığım bu soru, yani edebiyatçının yazarak yarattığı dünyadan, kişilerden, olaylardan sorumlu olup olmaması sorusu bazılarınıza çok basit görülebilir; hatta bunda problem edilecek bir şey bulamayabilirsiniz, Poe elbette ki işlenen cinayetlerden sorumlu değildir diye düşünebilirsiniz. Tıpkı biz izleyiciler gibi Poe da, Çukur ve Sarkaç (The Pit and the Pendulum) öyküsünde tüm detaylarıyla tasvir ettiği işkence makinesini karşısında görünce gözlerine inanamaz. Çukurda kıstırılan kurbanın üstüne giderek yaklaşan ucu jiletli bu kocaman sarkacı Poe sadece hayalinde tasarlamış ve yazmıştır. Bu mekanizmayı inşa eden, çalıştıran, bütün mühendislik detaylarını ince ince düşünen, yani bu işkence makinesini gerçek kılan başka biridir. Poe’nun bunlarla hiçbir ilgisi yoktur diyebilirsiniz. Aslında film de bunu der gibi gözükse de, ‘edebi hayal gücü’ sorusu sonlara doğru tekrar ele alınacaktır.

 

EDEBİYAT YARATTIKLARINDAN SORUMLU MU?

Çoğu filmde katil ile onu arayan kişi karşı karşıya geldiğinde bazı ‘derin’ cümleler sarf edilir. Katil yaptığı şeyi neden yaptığını anlatırken bizi varoluşsal bir krizle de tanıştırır. Bir de tabii sinemanın büyüsü; her cinayet çok estetiktir beyaz perdede. Bu filmdeki cinayetler ise hem feci vahşi hem de bir o kadar edebidir! Çünkü katil (tahmin edileceği gibi) Poe’nun yakın çevresinden çok sadık bir okurudur. Poe’nun her öyküsünü detaylarıyla bilmektedir ve büyük bir titizlikle çalışmıştır onları gerçekleştirmek için. Film düğümü çözerken katilin ağzından o felsefi soruyu bir kez daha tekrarlar: “Evet Bay Poe, kim kimi yarattı? Hangimiz hangimizin eseriyiz?” Daha cüretkâr bir biçimde sorarsak, Poe bu öyküleri yazmamış olsaydı, katil bu cinayetleri işleyecek, bu işkence şekillerini tasarlayacak ilhamı nereden alacaktı? Poe’nun hayal gücünü ve sözcüklerini gerçekleştirmek, Poe’ya fatura edilebilir mi? Veya soruyu daha genel bir biçimde sorarsak: Edebiyatçı, yarattıklarından ve yazdıklarından sorumlu mudur? Edebiyat nerede başlar, nerede biter? Bir edebi eser ne zaman edebi eser olmaktan çıkıp bir cinayet planına dönüşür? Veya bir ideoloji propagandasına ya da ‘halkın ar ve haya duygularını inciten’ bir sapkınlığa? Yani edebiyat nasıl bir sınır aşar da, edebiyat olmaktan çıkıp bir tehdide dönüşür?

Kuzgun kurgusal bir film nihayetinde; Amerikan edebiyatının en önemli yazarlarından bir olan Edgar Allan Poe böyle bir töhmet altında kalmıyor. Kalmış olsaydı, bugün dedektif öyküleri, polisiye romanlar, cinayet romanları olmazdı. Adam öldürmenin, vahşi işkenceler yapmanın, cani karakterler yaratmanın edebiyatta kendilerine buldukları bir yer var. İstenmeyeni ve bastırılmış olanı dile getirmenin, dışlanana kucak açmanın bir türüdür edebiyat. Ama birçok kişi bunun da bir sınırının olması gerektiğinden yana. İşte bu yüzden edebiyat eserleri sansürleniyor, yeri geldiğinde mahkemede yargılanıyor ve hatta piyasadan toplatılıyor. Hayal gücünün ürünleri olan edebiyat eserlerini sansürlemek, bizimki gibi, sansür davalarına alışkın hale geldiğimiz toplumlarda çok olağan gözükebilir... Gerçekten öyle midir? İşte tüm bu sorulara cevap ararken başvuracağım düşünür, bu sayfada daha önce de adını andığım Jacques Derrida olacak.

Derrida ‘Edebiyat Denen Şu Tuhaf Kurum...’ adlı söyleşisinde edebiyatın kişiye istediği her şeyi, istediği şekilde söyleme hakkı tanıyan bir kurum olduğundan bahseder. Her şeyi söyleme, yani Fransızca tout dire ifadesini Derrida çift anlamlı bir şekilde kullanır: 1) söylemek istediği, söyleyebileceği ve hatta söylenebilecek her şeyi söylemek; yani burada bir tür ‘tüketme’ anlamı var, her şeyi söyleyip tüketmek bitirmek. 2) hiçbir kısıtlama olmaksızın her şeyi söylemek; buradaki vurgu da yasaksızlığa, kısıtsızlığa yapılmıştır.

Yine bu ikili anlama dayanarak, edebiyatın yazara istediği ve söyleyebileceği her şeyi söyleme yetkisi verdiğini fakat bunu yaparken onu, sansürden koruması gerektiğini iddia eder Derrida. Yani yazar için istediğini yazma, istediğini söyleme yetkisi bir tür cesaret işi olmamalıdır; aksine, yazar ne yazarsa yazsın hem eserinin hem de kendi başına bir şey gelmeyeceğini bilmelidir. Ancak böyle bir yazınsal mekânda gerçek anlamda edebiyat üretilebilir. O halde edebiyat aslında sansürün asla olmayacağı bir ortamda gelişebilir; bu da, edebiyatı hemen ifade özgürlüğüyle kopmaz bir ilişki içine sokar. İfade özgürlüğünün tam anlamıyla, mükemmelen işlemesiyle edebiyat mümkün hale gelir. Ve bu noktada Derrida, sloganı andıran bir cümle kurar: “Edebiyat olmadan demokrasi, demokrasi olmadan da edebiyat olmaz.” Yazarın her istediğini yazabilmesi edebiyatın temelindeki ilkedir ve bu ilkenin gerçekleştirilme koşulunu sağlayacak olan da demokrasidir. Şöyle der Derrida: “Bir eserin sansüre uğradığı her an, demokrasi de tehdit altındadır.”

Peki, şu aşamada Derrida’ya şunu sorabilir miyiz (biraz da, edebiyat eserlerinin mahkemeye çıkarılmasına, toplatılmasına, sansür davalarına alıştığımız bir coğrafyadan sorarak tabii): “Yazara her istediğini söyleme yetkisi vermek, yazara fazlaca güvenmeyi gerektirmez mi? Bunun kötüye kullanılma ihtimaliyle ne yapacağız? ‘Kurmaca’nın kolayca arkasına sığınılacak bir kalkana dönüşmemesi nasıl engellenir?”

 

YAZARIN HAKKI NEREYE KADAR?

Derrida, biraz dolambaçlı yollardan da olsa, bu sorulara yanıt vermeye çalışır. Sözü edilen bu ‘her istediğini söyleme yetkisi’ aslında paradoksal bir biçimde yazarı, yazdıklarından dolayı, ne herhangi bir başkasından ne de kendinden sorumlu tutar. Yani daha açık bir ifadeyle, yazar yazdıklarından ve yarattığı karakterlerden sorumlu olmamalıdır. Onların hesabını vermek durumunda olmamalıdır. Bu açıdan da yazarın bir tür ‘tepki vermeme, yanıtlamama, karşılık vermeme’ gibi bir hakkı vardır. Bir yazara “Neden bunu yazdın?” diye sorulduğu zaman, yazarın bu soru karşısında tepkisiz kalma hakkı olduğunu söyler Derrida. ‘Şu karakter neden böyle yaptı?’ sorusundan muaftır yazar; yarattığı karakterlerden sorumlu değildir. Anna Karenina’yı demiryolu raylarına Tolstoy’un ittiğini söylemek mümkün müdür? Veya Raskolnikov’a cinayet işleten Dostoyevski midir? Böyle sormaya devam ettikçe tüm cinayet romanı yazarlarından şüphe etmeye başlayabiliriz mesela... Ve en başa dönmüş oluruz: Edgar Allan Poe, vahşi cinayetler planlayan, akıl almaz işkence yöntemleri geliştiren sadist bir cani midir? İşte bu sorgulamanın önünü kesebilmek maksadıyla Derrida yazara tanınan bir tür yanıt vermeme hakkından söz eder.

Kısaca toparlarsak: Edebiyatın her şeyi söyleme hakkının yanında, buna kopmaz bir biçimde bağlı olarak, bir de ‘karşılık vermeme’ hakkı vardır. Ancak bu sayede edebiyat istediği her şeyi söyleyebilir, üstelik kimseden (kendisinden bile) sorumlu olmadan. Edebiyatın ve demokrasinin temel ilkesi budur. Derrida’ya göre bir yazarı yazdığından, söylediğinden sorumlu tutmak, “o karakter neden böyle davrandı, bize açıkla” demek totaliterce bir davranıştır. Ne Bram Stroker Kont Drakula’dan, ne Shakespeare Iago’dan, ne Sir Arthur Conan Doyle Profesör Moriarty’den, ne Graham Greene Pinkie Brown’dan sorumludur… Bir edebiyat yazarını yarattığı karakterler, resmettiği dünya ve seçtiği sözcükler yüzünden yargılamak, Derrida’nın da dediği gibi, bizzat demokrasiyi de yargılamaktır. Bir edebiyatçının eserini üretirken kendi kendisini sansürlediği her an, demokrasinin de yaralandığı andır... 

 

Yazar için istediğini yazma, istediğini söyleme yetkisi bir tür cesaret işi olmamalıdır; aksine, yazar ne yazarsa yazsın hem eserinin hem de kendi başına bir şey gelmeyeceğini bilmelidir. Ancak böyle bir yazınsal mekânda gerçek anlamda edebiyat üretilebilir.

 

 

Hayal gücünün ürünleri olan edebiyat eserlerini sansürlemek, bizimki gibi, sansür davalarına alışkın hale geldiğimiz toplumlarda çok olağan gözükebilir... Gerçekten öyle midir? İşte tüm bu sorulara cevap ararken başvuracağım düşünür, bu sayfada daha önce de adını andığım Jacques Derrida olacak.