Görkemli bir festival geride kaldı

31. Festival son yılların en zengin programlı şenliği oldu. 232 yönetmenin 220 filminden oluşan program 140 bin izleyiciye görkemli bir sinema şöleni sundu. Bu yazımızda, programın öne çıkan bazı filmlerinden bahsederek, festival defterini kapatacağız. Düş kırıklığı yaratan filmler yok muydu? Tabii ki vardı. Bunların başında, kimilerince dahi olduğu söylenen, genç Yunan yönetmen Yorgo Lanthimos’un “Alpler”i vardı. Sinemaya karşı olan tutkusunu, “Cut” filmiyle kanlı bir şekilde dile getiren İranlı Amir Nadari festivalin en itici yönetmeniydi.

Viktor APALAÇİ
3 Mayıs 2012 Perşembe

232 yönetmenin 220 filminden oluşan 31. İstanbul Film Festivali program, 140.000 izleyiciye görkemli bir sinema şöleni sundu. Gösterilerin doluluk oranı yüzde 70 idi.

Festivali izlemek için yurtdışından 400 konuk geldi. (Bu rakam Cannes’da yıllardır 4000’in üzerinde). FIPRESCI jürisi yabancı bir eleştirmen, İstanbul’da gördüğü filmlerin iki ay önce Berlin Film Festivali’nde izlediklerinden daha kaliteli olduğunu söyledi.

Festival sonrası bir bilanço çıkacak olursak 31. Festivalin bilançosunun parlak olduğunu rahatlıkla iddia edebiliriz. Düş kırıklığı yaratan filmler yok muydu? Tabii ki vardı.

Bunların başında, geçen yılın çok konuşulan filmlerinden “Köpekdişi”nin yönetmeni Yorgo Lanthimos’un 2. filmi olan “Alpler” geliyordu. Son Venedik Film Festivali’nde En İyi Senaryo Ödülü kazanan, kimilerince dahi olduğu söylenen, Lanthimos’un ilk filminin başarısını getiren provokasyon temasından, bu kez netice alamıyor. Hiç tanımadıkları insanların yakınıymış gibi davranarak, hayatlarını yaşayan gizli bir grubun öyküsü, bize hiç inandırıcı ve özgün gelmedi. Karakterleriyle ilgili açıklamada bulunmada ketum davranan Lanthimos, absürd ve kışkırtıcı sahneleriyle bu kez etkileyici olamıyor. Altın Lale Ödülü’nü kazanmasına rağmen, ABD’de yaşayan Rus yönetmen Julia Loktev’in “Yalnız Gezegen” adlı yol filmini son derece sıkıcı buldum. Amerikalı nişanlı bir çiftin Gürcü bir rehberin eşliğinde Kafkas’larda yaptıkları gezinin ilginç bir tarafı yoktu.

 

NEFRET ETTİĞİM

TEK FİLM

Festivalde 50 film izledim. Programda bulunan, evvelce görmüş olduğum 30’a yakın filmi de hesaba katarsak, çoğunluğu keyif veren filmlerden oluşan 31. Festivalin olumlu bir bilançoyla kapandığını rahatlıkla söylemek mümkün.

Hiç mi kötü film yoktu? Diye sorunlara verilecek cevabım: “Tabii ki beklentilere cevap vermeyen, düş kırıklığı yaratanlar vardı. Ama bir tanesi vardı ki beni sinemadan soğuttu, nefret ettim.”

Söz konusu film, İranlı yönetmen Amir Nadari’nin “Cut” adlı filmiydi. 1980’lerde yurtdışına kaçan, 30 yıldır Amerika’da ve Japonya’da yaşayan Nadari’nin (66 yaşında olmasına rağmen) uluslararası bir başarısı yok.

Amerika’da yaptığı beş filmin ardından, kültürüne hayran olduğunu söylediği Japonya’da çevirdiği “Cut” sinema sevgisi üzerine bir film. Etkisi altında kaldığını söylediği Kurosawa, Ozu gibi dahi yönetmenlerin mezarlarına bizi bir geziye götüren filmin kahramanı 20’li yaşlarını sürdüren, büyük bir tutkuyla film yapmaya çalışan, evinin balkonunda sinema klasiklerini halka tanıtan bir yönetmen.

“Peki sen hem sinefil olduğunu söylüyorsun, hem de baştan sona salt sinemadan bahseden bir filmden nefret ettiğini, bu nasıl çelişki?” deyişimizi duyar gibi oluyorum.

Sebebi şu: “Cut”, ağabeyi Japon mafyası tarafından öldürülen genç yönetmenin, ağabeyinin borcunu ödemek için, mafyanın ofisinde canlı bir kum torbasına gelmeyi kabul etmesini anlatıyor. İnsanlar kendini korumayan yönetmeni ücret karşılığı dövüyorlar.

Genç yönetmenin sinemaya olan tutkusu, sinema klasiklerinin adını ve yaratıcılarını anarak, yediği sayısız yumruğun acısını hafifletiyor.

Bugüne kadar hiçbir sinemacı, bu sanata karşı olan sevgisini dile getirmek için bu denli kanlı bir anlatım yolu düşünmemişti. Filmin iki saatlik süresinin üçte ikisinde yüzü gözü kan içinde bir adamın sadistçe dövüldüğünü size seyrettiriyorlar. Ve bunun adı sinema aşkını dile getirmek oluyor. Pes.

Bu kadar provokatif bir yönteme başvuran senaryo yazarı-yönetmenin akıl sağlığından bile şüpheye düşülebilir. Kılıf hazır: Genç yönetmen, sinema tarihinin büyük ustaları sayesinde kazandığı sinema duygusuna sıkı sıkı tutunuyordur. (Film boyunca ekrana yazılan klasik film isimleri ve yönetmenleri ile, “Cut” bir sinema antolojisi özetini andırıyordu.)

Bir de film, günümüz sinemasının tüm kontrolünü elinde bulunduran mali güçleri aklınca protesto ediyordu. Genç yönetmen, elinde megafonu, sokakları arşınlayıp, AVM’leri istila eden sinema salonları karşı öfkesini haykırıyordu.

YİNE FRANSIZ FİLMLERİ

Festivalde, benim gibi frankofon sinefillere hitap eden sayısız kaliteli Fransız filmi vardı. Cedric Kahn’ın senaryosunu yazıp yönettiği “Daha İyi Bir Hayat / Une Vie Meilleure” işsizlik sorunu ve fakirlik temasını ustalıkla işleyen bir film. Ekonomik çöküş günlerinde, iş bulmakta zorlanan okullu şef Yann (Guillaume Canet yine muhteşem) ve Cezayir asıllı Fransız garson sevgilisinin, bankadan kredi alarak açtıkları restoran, bürokratik engellere takılıp, kendilerini büyük bir borç batağına sürükler.

Zincirleri kırmanın zor olduğu acımasız bir dünyada, aşk ve hırs zorlukları yıkmaya yeterli midir? Sorusuna film, insanın içini acıtan cevaplar veriyor.

Öğrenim masraflarını karşılamak için fahişelik yapan kız öğrencileri anlatan kışkırtıcı öyküsüyle, “Kadınlar / Elles”, Elle dergisi yazarı Anne’ın (Juliette Binoche) araştırmasına odaklanıyor. İki üniversite öğrencisi kızla yaptığı oldukça rahatsız edici buluşmanın ardından, Anne hayatına yön veren para, aile, cinsellik kavramları üzerinden kendi hayatını da sorgulamaya başlar. Juliette Binoche’un bu filmdeki mastürbasyon sekansı çok konuşuldu.

Amos Gitai’nin “Kadosh” filminin senaristi Eliette Abecassis’in otobiyografik romanından uyarlanan “Aramızda Bebek Var / Un Heureux Evénément”, ilk çocuklarının doğumuyla dertsiz tasasız hayatları alt üst olan genç bir çifti konu ediyor.

Yönetmen Rémi Bezançon bu sıcak ve hınzır filminde hiçbir şeyin insanı dünyaya yeni bir hayat getiriyor olmanın büyüklüğüne hazırlayamayacağını göstererek hamilelik tabusunu kırıyor.

Cezayir doğumlu Fransız yönetmen Philippe Faucon, “Çözülme / La Désintegration”da taraf tutmadan, Fransız banliyösündeki köktendincilik gölgesindeki yabancılaşmanın sosyopolitik incelemesini yapıyor. Lille şehrinde, içinde doğup büyüdükleri, ama artık kendilerini ait hissetmedikleri topluma karşı, dört genç içlerinde kopan isyanı dile getiriyor, iki genç canlı bomba olmayı kabul ediyor. Toplumsal acılar, huzursuzluk, toplu konut projelerindeki gettolaşma, dışlanma hissi, hayal kırıklıkları, topluma karşı isyan temaları ustalıkla işleniyor.

“Akvaryum” ve “Kırmızı Sokak” ile Cannes’da ödül kazanan İngiliz kadın yönetmen Andrea Arnold, Emily Bronte’nin klasiğini sinemaya uyarladığı “Uğultulu Tepeler / Wuthering Heights” ile, dönemin duygu dünyasını, sınıf farklılıklarını, yaşam zorluklarını dile getiriyor. İngiltere’nin kırsalında geçen öyküde, ergenlik çağında filizlenen fırtınalı bir aşkı, estetiğin zirvelerine taşıyor.

Genç aşık Heathcliff rolünde zenci bir aktör seçmekle, Arnold ayrımcılık ve ırkçılık temasını daha etkili bir biçimde kullanıyor. İlk filmi “Tekrar” ile Altın Lale kazanan Norveçli Joachim Trier, “Oslo, 31 Ağustos”ta, Louis Malle’in aynı isimle sinemaya aktardığı, Pierre Drieu La Rochelle’in “Le Feu Follet”sinde intihara meyilli bir gencin öyküsünü anlatıyor. Trier öykü boyunca ana karakterini zorlarken varoluşçu bir krizin duygusal ve fiziksel etkilerini de gözler önüne seriyor. Son derece etkileyici bir film.