2012 march of the living günlüğü-1

Milyonlarca Yahudi’nin insanlık dışı yollarla dünya tarihinden yok olduğu bir ülkede yaşanan unutulmaz bir deneyim… Polonya’daki savaş öncesi Yahudi yaşamı, savaş boyunca yaşanan korkunç deneyimler ve tabii ki Yaşam Yürüyüşü… Hepsini altı güne sığdırmak nasıl mümkün olabilir?

Perspektif
3 Mayıs 2012 Perşembe

Soykırım kavramıyla, ilk kez 30 yıl önce Kudüs’teki Yad Vaşem Müzesi’ni ziyaret ettiğimde tanışmıştım. Aradan geçen yıllar içinde onlarca film izledim, yazı ve söyleşiye tanık oldum. Ancak bu yıl hayatımı derinden etkileyen bir deneyim yaşadım. Altı gün boyunca, altı milyon Yahudi’nin dünya tarihinden insanlık dışı yollarla yok olduğu bir ülkede bulundum. Bu hafta March of the Living(MOL) / Yaşam Yürüyüşü seyahat günlüğümüzü anlatmak istiyorum. Gelecek hafta MOL’a katılan diğer genç arkadaşların duygu ve düşüncelerini aktaracağım.

15 Nisan günü Atatürk Havaalanı’nın yetmezliğinden kaynaklanan ciddi bir gecikme ve Varşova Havaalanı’nda yaşadığımız bir şanssızlıkla gezimize geç başlamak zorunda kaldık. Bıraktığımız günlük güneşlik havanın yerine bulutlu ve karanlık bir hava vardı ve bizi iki gün boyunca takip etti. Havaalanı çıkışında bizi, geçen yıllarda da katılanlara rehberlik etmiş, konusunda uzman, ısrarla bilgilerini aktarmak isteyen ve savaş yaşamış bir ailenin kızı olan Dvora Kohen karşıladı. Yahudi mezarlığına gidemedik, ancak Yahudi Soykırımı Enstitüsü mesai saati bitmesine karşın yine de bize kapılarını açık tuttu. Buradan aldığımız ilk bilgiler ve Varşova Gettosu’nun oluşumu ve belgeseli, yaşanmışlıkların acısını kavramamız için ilk sunumdu. Buradan getto bölgesine geçtik. Modern, komünizm ve savaş öncesi döneme ait üç tür mimariyi bir arada bulunduran bu şehirde, getto binaları, adeta şehrin bir tarih abidesi. Binaların dış yüzeyindeki yüksek pencerelere, orada yaşamış insanların fotoğrafları giydirilmiş. Zamanında inatla bir misilleme olarak kilisenin karşına yerleştirilen Yahudilerin yaşadığı binalarda, bugün başka ailelerin yaşamaya devam etmesi, cevaplayamadığım birkaç soruyu da beraberinde getirdi. Ancak rehberin anlattıklarının son cümlesinden bu binaların önümüzdeki iki yıl sonunda müzeye dönüşeceğini öğrenince içim rahatladı.

 Tikochin Köyü

İkinci günün sabahında, diğer sabahlarda da olacağı gibi erken bir saatte uyandık. Damdaki Kemancı filminin geçtiği köye benzeyen Tikochin Köyü ilk ziyaret durağımızdı. 1550’li yıllarda yerleşimin başladığı bu köyde savaşa kadar 2500 kadar Musevi yaşamaktaydı. Gettolaşma burada savaştan önce de vardı. Zira Yahudiler köyün nehirle ikiye ayırdığı güney bölümünde yaşıyorlardı. Ancak köyün ortak pazar alanında kaynaşıyorlardı diğer halkla. Bugün ne yazık ki, köyde sadece bir Yahudi yaşıyor. Savaştan nasibini almış, köyün muhteşem tarihi sinagoguna, yapısına yakışır restorasyon yapılmış ve ziyaretçilere müze görevini yerine getiriyor. Sinagogdan, “En Keloenu” Mezmurunu, yürekten okuyarak ayrıldık. Köyde yaptığımız küçük gezide hahamın, öğrencilerine dini bilgileri aktardığı ve kapısında altı köşeli yıldız bulunan evi ilgimizi çekti.

 Ölüm ormanları

Sonraki durağımız yağmur altında yürüdüğümüz Lopochowa Ormanlarıydı. Ormanın içine doğru ilerlerken, kuş seslerini duyuyorduk, ama bu sesler yaşanmış uğursuz ölümlerin yankılarıydı. On dakikalık bir yürüyüşün ardından gördüğümüz manzara, rehberin anlattıkları ile dillerimizin kilitlenmesine neden oldu. 25 Ağustos 1941 günü SS subayları, her on dakikada bir, onlarca Yahudi’yi ormana getirmişler. On iki metre uzunluğunda ve beş metre derinlikteki çukurların önünde, önce ailelerinin önünde soyunmalarını emretmiş, ardından tetiği çekmişler. Bizim bu manzara karşısında yapabileceğimiz tek görev yüreğimizden gelen Teillim okumaları ve Kadiş olabilirdi. Ruhları şad olsun.

 

 

Treblinka ve Janusz Korczark

Kısa otobüs yolculuğunun ardından Treblinka Ölüm Kampı’na vardık. Burada kampa ait bir iz kalmamış, ancak iki yıl önce yapılmış bir küçük müze yaşananları anlatmaya yetiyor. Rayların yerine temsili betonlar yapılmış. Ancak giriş yolundaki yürümeyi engelleyen sivri taşlı yol çekilen acıları biraz açıklamaya yeter. Kamp savaş sonrasında birçok Polonyalı tarafından talan edilmiş olsa da burada bulunan Sidur kitabı geleceğe kalan önemli bir kanıt. Treblinka Kampı’nda kayalardan yapılmış anıtlar var ve bunların içinde en önemlisi 200 kadar Yahudi çocuğu ve aileyi kanalizasyon kanalında gizleyen, gerçek bir eğitimci Janusz Korczak’ın anıtı. Yakalandı ve Treblinka’da aynı kaderi yaşadı. İnsanlık savaşını anlatan ‘In Darkness (Karanlıkta Uyananlar)’ filmini görmenizi öneririm.

17 Nisan günü yolculuğumuz uzundu. Varşova’dan Lüblin’e uzun bir seyahat, bizi bekliyordu. Daha önce ünlü Yahudi fotoğrafçı, Roman Vichniac’ın ‘A Vanished World’ fotoğraf albümünde gördüğüm birçok karenin önümde canlandığı bir şehirdi. Din eğitiminin en yoğun yaşandığı, Talmud merkezi Lublin. Ancak bugün hiç Yahudi yaşamıyor. Kazimierz din okulu tekrar onarıldı. İçinde sinagogdan mikvesine kadar yok yok. Ne güzel ki, hiçbir Yahudi’nin kalmadığı bu şehirde, yılın belli zamanlarında İsrail, ABD ve diğer ülkelerden, buraya gelip, yaşatanlar var. Zamanında, Kazimiers’de Tora’nın her bir sayfasının bir kişi tarafında yorumlanması istenmiş. Bu işlem yedi yıl sürmüştü. Onun için Tora burada yedi yılda okunur. Böylece her yedi yılda bir farklı bir yaş ve dünya görüşü ile tekrarlanıyor.

Majdanek’ın kader kurbanları

Öğlenden sonraki durağımızda sıra, Majdanek Ölüm Kampı’nı görmek ve hissetmekti. Girişteki Kızıldeniz’i andıran anıt, İsrailoğullarının yaşadığı mucize ve zulümlerini anlatmak içindi. Tek bir parmak hareketi ile verilen ‘Sol’, ‘Sağ’... Bunu birçok filmde görmüş, birçok söyleşide duymuştum. İki duş kabini, birinden su geliyor, diğerinden ZiklonB gazı. Son anda soldan sağa geçen şanslı. Çivit mavisi rengine dönüşmüş duvarlar ölümün imzasını atmış. Ölüm çağlıkları kendini duyuruyor. Sıra sıra dizili ahşap barakalar, insanlık dışı yaşamı hissettiriyor. Majdanek’in fotoğrafı, tel örgüler içinde sıra sıra ahşap barakalardır. Burada yüksek gerilimli dikenli teller ardında, SS subaylarının aşağılayıcı bakışları, nefret kokan nefeslerinin gölgesinde, günde bir patates ya da patates suyu ile, -30 derece altında, üzerine ince çizgili bir giysi ile yaşamını sürdürmeye çalışan kader kurbanları yaşadı. Kampın arka bölümü krematoryum. Burada ölümden başka bir seçenek yoktu. Fırın kapağı soğuk, ama içinden geçen ateşi inkar etmiyor. Arkasında çukurlardan çıkarılan küller, şimdi Kipa görünümlü bir anıtın içinde. Tepesinde bir tek cümle yazıyor. “Başımıza gelenler size ibret olsun.”

Bir sonraki günümüz de Krakow’da geçti. Yine bir zamanlar Yahudilerin yoğun olarak yaşadığı, eski sinagogların varlığı ile tarihi bir şehir. SS subayları, Polonya’yı işgal ettikten sonra karargah olarak kullandıklarından, bu şehir savaştan pek etkilenmemiş. Prag kadar tarihi yapıları bulunduran tarihi bir şehir. Arkasında büyük bir mezarlık bulunan Remu Sinagogu’na, restorasyonda olmasına rağmen ziyaretimizi gerçekleştirdik. Sinagogu yaptıran ve arkasında mezarları bulunan dindar Remu ailesinin mezarlarına gidip, kendimize ait, iyi dileklerimizi kağıtlara yazarak taşlara yerleştirdik.  Yine savaştan harap edilmiş mezar taşlarının, duvarda sıra sıra yer alması korumanın bir başka türünü gösteriyor ve insanda sanatsal bir etki yaratıyor. Gezimizi, Yahudi Müzesi olarak kullanılan, şehrin en eski sinagogu olan Stara Sinagogu takip ediyor. 1557 yılında inşa edilen bu sinagogda Polonya’daki Yahudilerin dini yaşamlarının belge ve nesneleri sergileniyor. Burada özellikle Polonya milli tarihinde yer alan kartalın hanuka, menora gibi birçok nesnede kullanılması, belki de bir şükran ifadesi olabilir mi?

Eski Yahudi mahallesinde yaptığımız küçük gezinti sırasında Tempel Synagogu’na da uğradık. Oldukça zengin bir mimariye sahip olan sinagog, gönüllülerin yardımları ile onarılmış. Vitraylar, hayırseverlerin isimleri ile bütünleşmiş, renklenmiş. Sinagogu gezdiğimiz sırada, güzel bir konser dinleme fırsatı da bulduk. Schindler’s List filminin çekildiği ve sözde getto olarak kullanılan evlerin arasında geçerek Yahudi mahallesinin sonuna ulaşıyoruz. Otobüsümüzün geçtiği köprünün yanında filme de konu olan köprü görülüyor. Burada savaş sırasında Almanların yaşamaya mecbur ettikleri Yahudi Gettosu alanı var. Modern ve komünizm dönemi binaların arasındaki bu yapılar, o dönemin zorlu günlerinin tanıklığını yapmış. Alanın ortasında bir dizi iskemle var. Sanat eseri olarak sergilense de, insanlara faydalı bir işlevi de var. Rehberimiz gördüklerimizle ilgili tahminlerimizi sordu. Birçok savaş filminde izlediğim SS subaylarının daktilo, mürekkep, kağıt gibi malzemeleri ile kimlik belgelerini hazırladıkları masalar gözümde canlandı. Oysa öyle değildi. Pek çok filmden de anımsayacağımız gibi SS subaylarından kaçan çocukların belki de korktuklarından ya da gizlenmek için, başlarının üzerinde tuttukları, boylarından büyük iskemlelerin temsili. Schindler fabrikasının önünden geçtik. Birkaç belge ve belgesel fotoğrafın ardından, Polonya hükümetinin savaşta ölenlerin anısına yüksek bir tepede diktiği Plashow Anıtı’nı görüntüledikten sonra tur organizasyonunun bir sürprizi ile karşılaştık. İstikametimiz, ‘Vielicka’ isimli modern dünyanın yedi harikasından biri. Ortaçağdan bu yana yerin on kat altında yani 600 metre derinliğine kadar uzanan bir yeraltı tuz madeni. Biz ancak 120-150 metre arasındaki bölümü rehber ile gezdik. Engelliler için asansör, 80 metre uzunluğundaki kilisesi, konser ve davet salonu ile bir yeraltı şehri. Metropolis filminin modern versiyonunun çekilmesi için doğal bir alan.

 Alberto Modiano