/Krek tiyatro topluluğu Bayrak

“Bir evlat bundan daha kötü bir şey yapabilir mi?” “Sevdiğinizin sevdiği kişiye zarar verir miydiniz?”

Erdoğan MİTRANİ
28 Mart 2012 Çarşamba

İkisi de Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuarı Tiyatro Bölümü mezunu olan Berkun Oya ve Ali AtayKrek Tiyatro Topluluğu’nu1999 yılında kurmuşlar. Topluluk, kuruluşundan bu yana Berkun Oya’nın yazıp yönettiği oyunları sahneliyor. 2010 Aralık ayından beri de çalışmalarını Santralistanbul içerisinde yer alan Galeri 1 binasında sürdürüyorlar.

‘Krek’de uzun zamandır görmek istediğim iki oyun var. Ancak, haftalarca önceden yer ayırtmak gerekiyor, gösteri gününe bir iki gün kala önemli bir iş çıkıyor, haydi bir daha gelecek ayın bilmem kaçına ertele... Derken iki yıldan beri sahneledikleri. ‘Bayraka ancak geçen gün gidebildim. (‘Güzel Şeyler Bizim Tarafta’ için de yer bulabildim. Ona ait izlenimlerimi de sizlerle önümüzdeki haftalarda paylaşacağım.)

Berkun Oya, on parmağında on marifet bir sanatçı. Çoğunun yönetmenliğini de yaptığı bol ödüllü on iki oyun yazmış, tiyatro ve sinema oyunculuğu yapmış, 2007’de yazıp yönettiği ve kurgusunu yaptığı ‘İyi Seneler Londra’ filmi ona 2008 Uluslararası Strasbourg Film Festivali’nde en iyi yönetmen ödülünü getirmiş. Yazdığı başka senaryolar da var.

Metni, yönetmenliği, dekor ve kostüm tasarımı da Oya’ya ait olan Bayrak, ilk kez Şubat 2009’da Garajistanbul’da oynanmış. 2011 Kasım’ından itibaren de farklı bir yaklaşım ve değişen bazı oyuncularla kendi mekânında sahneleniyor.

Psikolojik gerilim öyküsü

‘Bayrak’, yaşlı bir anne-baba, iki oğulları, onların eşleri ve sevgilileri üzerinden anlatılan bir cinayet ve psikolojik gerilim öyküsü. Aslında, gizemin sonuna kadar varlığını sürdürdüğü ve öykünün sürprizli sona kadar her virajda farklı bir doğrultuya yöneldiği bu tür oyunları yazmak, tiyatro yazarını fazlasıyla zorlar. Konusundan hiç söz etmeden oyun hakkında yazı yazmak zorundasın; olaylardan pek bahsedemezsin, en ufak bir ima, en basit bir açıklama bile oyunun sürprizini su yüzüne çıkararak izleyicinin kayfini kaçırabilir; oyuncu  performanslarından söz ederken bile çok dikkatli bir dil kullanmak mecburiyetindesin...

Neyse ki, Bayrak’da basit bir ‘whodunit’ öyküsünün ötesinde bir şeyler de var. Herşeyden önce, doğru düşünülmüş ve çok zekice yazılmış bir metin var; en ufak bir mantık hatası yok.

Oyunun tanıtımlarında “polisiye bir atmosferin sürprizli kurgusu içinde manevi terörü tartıştığı”söyleniyor. Kanımca bu sav biraz fazla iddialı ama en azından maddi ve manevi şiddetin nasıl oluştuğı ve nasıl adım adım geliştiği çok iyi veriliyor. Bu tür oyunlarda olaylar ön plana çıktığından kişilikler daha çok ‘tipleme’ aşamasında kalırken Oya, nedenlerin de araştırıldığı başarılı ve derinlikli bir ‘karakter’ incelemesi yapıyor.

Farklı biçim

Ancak,Bayrak’ı yılın en zor yer bulunan oyunlarından biri yapan içeriği değil, biçemi. Oyunu bu kadar geç keşfetme nedenim, belki de yer bulunabilme zorluğu kadar, tanıtımına göstermiş olduğum bilinçaltı reaksyondur: Öyle ya, millet ‘in-yer-face’le bile yetinmeyip izleyiciyi oyunun taa içine sokmaya çalışırken, 20.yüzyıl ortalarından kalma ‘iki perde-beş tablo’ da neyin nesi! Üstüne üstlük, en muhafazakâr topluluklar bile izleyici ile oyuncuyu ayıran o ‘dördüncü duvar’ı yıkmaya çalışırken, sahnenin ağzını şeffaf da olsa cam bir duvarla kapatıp oyunu kulaklıkla izleterek izleyiciyi oyundan bu kadar koparmaya ne gerek var? ...

Yanılmışım, haklı olan Berkun Oya imiş.

Konu ile ilgili ipuçları vermemek için “Neden iki perde?” sorusuna cevap veremiyorum. Ancak anlatımın zamansal olarak tersine işlediğini, kronolojik olarak aslında prologun final, finalin prolog olduğunu ve iki perde arasındaki on dakikanın, adamın oyun alanı dışında abisine durumu anlatma zamanı olarak gerçek bir işlevi olduğunu söyleyebilirim.

Oyun, sinemacı Berkun Oya’nın elinden çıkan, (özellikle karakterlerin konuşmalarının anlatıcı dublajı ile verilmesinin çok başarılı olduğu) bir prolog (ön oyun) film ile başlıyor ve yine bir sinemasal epilog (final) ile sonuçlanıyor. Filmin ilk karesinden itibaren asıl başrolde ‘ses’in olduğu fark ediliyor. Oyuna geçildiğinde de bu ses tasarımı ve sahneyi boydan boya kaplayan cam duvar, yabancılaştırmanın tam tersine müthiş bir gerçekçilik duygusu yaratıyor. Birincisi, oyuncuların kimi zaman yaslandığı o cam duvar, mekânı tiyatro sahnesi olmaktan çıkarıp gerçek bir salona dönüştürüyor. (Ben tasarımcılığı bırakalı beri ya teknoloji bayağı gelişmiş ya da Berkun kardeşimiz o ebatta kırılmaz bir cam bulmak için akla karayı seçmiş!) İkincisi, çiftli kulaklık izleyiciyi etrafından iyice yalıtıyor ve o olağanüstü ses düzeni sayesinde ayak sesleri, sigara yakarken çakmağın çakması, burnunu çekme ve yutkunma gibi, sinemada ‘foley’cilerin yaratmaya çalıştığı her türlü efekti gerçek olarak algılıyor. Seyirci mucizevî bir şekilde, sanki Harry Potter’in pelerinini giyip görünmez olmuşçasına kendini oyunun içinde bulurken oyuncu da, en arka sıralara ulaşabilmek için geliştirmek zorunda olduğu yapay ‘tiyatro sesi’nden kurtuluyor ve gerektiğinde bağırarak, gerektiğinde de gerçekten mırıldanarak ve fısıldayarak çok daha doğal bir oyunculuk sergiliyor.

İsimsiz karakterler

Oyunda hiç bir karakterin adı yok: adam, kadın, abi, aşık, anne, baba olarak adlandırılıyorlar. Sahnedeki dörtlü, her tabloda farklı bir ikili olarak görülüyor: adam-kadın; büyük bir olasılıkla iki perde arasında adam-abi; kadın-abi; abi-sevgili. Prolog ve epilog filmlerinde de benzer bir durum var: epilogda baba-oğul; anne-baba; yine baba-oğul sonra anne-oğul; prologda da abi-baba. Sanki Berkun Oya ısrarla elindeki enstrümanlarla oda müziği yapmak, bir kurtet ya da sekstet dinletmek yerine sonat formatında çalışmayı yeğliyor. Aslında sonat bile değil. Oda müzüği müthiş bir uyum ister, ikili sonat formatı da iki sazın uyumlu diyaloglarından oluşur. Oyunda  diyalog diye bir şey yok gibi, herkes karşılıklı kendi kendine konuşuyor; bu ikili monologlar diyaloğa dönüşmeye başlar başlamaz ya bağırma çağırma, ya kavga ya da... cinayetle sonuçlanıyor. Oya bu monologlar silsilesinin arasını kimi zaman uzun suskunluklarla doldurarak sanki, insanların birbirini dinlemediğini, dinlese de duymadığını, duysa da anlamadığını, kısacası iletişimsizliğini vermeye çalışıyor. Kanımca başarıyor da.

Tiyatro, her şeyden önce bir oyuncu yönetme sanatıdır veBayrak’ın oyuncuları Berkun Oya’nın yönetiminde harikalar yaratıyor. Sadece prolog ve epilogda görünen ve anne ile babayı canlandıran deneyimli iki usta oyuncu, Ayten Uncuoğlu ile Köksal Engür, bildik bir oyunculukla biraz da ‘klişeleşmiş’ tiplemelerde kalıyorlar. Bu, sanırım kioyununcanlı karakterlerine daha fazla odaklanılmasını isteyen Berkun Oya’nın bilinçli seçimi.

Canan Ergüder, sosyoloji ve tiyatro okuduktan sonra New York Actors Studio Drama School’daoyunculuk üzerine yüksek lisans yapan, Actors Studio’da hayat boyu üyelik kazanmış, eğitimli bir oyuncu. Sahneye ayak bastığı andan itibaren sahne hakimiyeti, sesi, kusursuz diksiyonu ve olağanüstü beden kontrolü ile ‘canlı’ olsun ‘ölü’ olsun müthiş! (İpucu vermiyorum, adam daha prologun başında karısını öldürdüğünü söylüyor!) Beden dili kullanımında, hem filmde hem sahnede ‘adam’ı başarı ile yorumlayan Ozan Çelik ondan aşağı kalmıyor. Birinci perde finalinde tüm bedeniyle titremesinden çok etkilendim. Okan Yalabık, karısı başka birine kaçtığından beri kendini içkiye veren ‘abi’de, hele son tabloda ‘kadın’ın aşığını giderek kendi karısının aşığı ile özdeşleştirdiği sahnede çok iyi. Geçen ay ilk kez Cam Yapraklar oyununda izlediğim ve beğendiğim Ulaş Tuna Astepe, ‘aşık’ karakterini birkaç replikle inceden inceye çizerken Cam Yapraklar’daki başarısının tesadüfî olmadığını ispatlıyor.

Buraya kadar iyi de, finalde oyunun formatının hem yazar-yönetmene, hem oyunculara hem de izleyicilere haksızlık ettiğini düşünüyorum. Oya, yaratmış olduğu gerçeklik duygusunu bozmamak için oyununu/filmini “iyi geceler” diyerek bitiriyor. O kadar. Seyircinin biraz hevesi kursağında kalıyor ve gerek oyunun gerekse üst düzey sahnelenmenin ve oyunculuğun haketmediği soğuk bir alkıştan sonra kalkıp kulaklık iade kuyruğuna giriyor.

İzleyici, selama çıktıklarında sadece oyuncuları alkışlamaz. O alkış aynı zamanda yazarın ve yönetmenin kendisine yaşatmış olduğu bir-iki saatlik heyecana teşekkürün de ifadesidir.

Beğendiğim bir oyunun çıkışında ekipten bulabildiğim herkesle, ne derecede etkilendiğimi paylaşmak ve bana yaşattıkları için teşekkür etmek, benim için tiyatro izlemenin bir parçası haline gelmiş olduğundan, aslında çok da beğenmiş olduğumBayrak’dan bir tatminsizlik duygusuyla ayrılmama sebep oldu.

Bu tabii ki çok kişisel bir yorum. Ben, yer bulabilirseniz, mutlaka izleyin derim.

Hepinize iyi seyirler.